Ordu ve bayrakla nasıl barıştık?
Şükrü Kanber
- 682
Yıllarca bayrağı kalbimize saplayan "çağdaş-batıcı" zümrenin elinden aldık ve Ulubatlı Hasan mîsali gönlümüzün gönderine çektik. Bu birliktelik ve yoldaşlık sadece Türkiye sınırları içinde değil, mazlum tüm coğrafyada da karşılığını buldu, bulacak, göreceğiz...
15 Temmuz gecesi gerçekleşen o ihanet kalkışmasında sokağa çıkan dindar kitleler Cumhuriyet tarihinde ilk kez kamu güçleriyle omuz omuza aynı hedef için çarpışmışlardı. Ülkenin ana eksenini oluşturan dindar Anadolu mayası, yüz yıldır değerleri ile savaşta kullanılan kendi ordusu ile barışmış, aynı duyguları paylaşmış, omuz omuza vatan topraklarını savunmuştu. İşte bu duygu birlikteliği, emperyalizmin iki yüz yıldır korktuğu, olmaması için her türlü vasıtayı kullandığı binlerce yıllık ordu-millet sosyolojisinin yeniden canlanmasına yol açtı.
CHP'li vekilin "orduyu sattınız" sözünün epey bir yankılandı.
Bu tartışmamın ürettiği iklimde ben başka bir açıdan konuya yaklaşmayı deneyeceğim.
Türkiye'de ‘ordu’ her zaman el üstünde tutulmuştur.
28 Şubat'ın en hararetli günlerinde komuta kademesi ve güdümündeki medya vasıtasıyla ayar üstüne ayar çekilen rahmetli Necmettin Erbakan'ın ağzında yine de ordunun kurum kimliğine yönelik tek kötü kelime çıkmamıştı.
Aynı şekilde, oğlu şehid düşen annenin askeri tören yapılan orduevine başı örtülü olduğu gerekçesiyle alınmaması karşısında bile o anneden ordunun şahs-ı mânevîsine yönelik yine en küçük bir isyan kelimesi çıkmamıştı.
Türkiye'de ‘ordu’ her zaman el üstünde tutulmuştur.
Çünkü gerek Necmettin Erbakan, gerekse oğlunu bu toprak için şehid veren anne biliyordu ki, bu davranışların failleri Türk ordusu değil, NATO okullarında yetişmiş kurmay komutanlardı.
İsyanlarını, öfkelerini, kırgınlıklarını içlerine attılar ve bir gün, evet bir gün bu ordunun kendi orduları olduğu günlerdeki gibi hareket etmesini ümidini geleceğe miras bıraktılar.
Ki, hiç kimse yarbay seviyesine gelmiş askerlerin NATO kamplarında askerlik adına hangi eğitimi aldıkları sorgulanmadı, tam tersine bu seçilmiş kişiler komuta kademelerine ihtimamla yerleştirilip yükseltildiler.
Aynı şekilde bayrak da bu toplum ve İslam karşıtı duruşun sembolü gibiydi.
Ay yıldızlı al bayrak, CHP ideolojisi, onunla aynı çemberin içinde ittifak kurmuş NATO kamplarında eğitilmiş kurmay komite kademesi ve gönüllü olarak aynı safta yer almış kimlik değiştirmiş tüm kesimlerin "irtica" markası altında sergiledikleri din düşmanlığının en önemli sembolüydü.
Bayrağı şerlerine siper eden bu zihniyet ve onların ordu içindeki uzantıları Türkiye'de defalarca darbe yapmışlar ve bu darbelerin tamamında da Anadolu'nun inancını ve irfanını hedef almışlardı.
Son yüzyılda her türlü melaneti işlemeye imkân sağlayan "irtica" isimli hayali bir düşman icat edilmiş ve bu hayaletin peşinde ülkenin inanan kesimlerine uygulanan zulümde ordu yönetim kademeleri aracılığıyla bir numaralı araç olarak kullanılmıştı.
Özellikle 28 Şubat süreci; ordu, siyaset, sivil toplum ve güdümlü medyada oluşan şer ittifakı aracılığıyla alenî bir İslam düşmanlığı dönemi yaşatmıştı.
İşte bu düşmanca ortamda bir başka ihanet şebekesi, FETÖ, psikolojiyi gayet iyi kullanarak dindar kesimlerin zımni desteğini yanına almış ve devlet içinde örgütlenmeye başlamıştı.
Şurasını açıkça söylemek gerekir ki, FETÖ'nün devlete adam yerleştirdiğini bilmeyen kimse yoktu.
Bugün pek çok kesimin aptala yatmasına bakmayın, bir algı yönetme organizasyonu olan FETÖ, dindar kesimlerde birikmiş ordu karşıtı duyguları çok güzel kullanmış ve kendi hain amaçları için dini ve dindarı istismar etmiştir.
NATO'cu kurmayları da, FETÖ'cü hainleri de organize eden kaynak aynı olduğuna göre, perde gerisinde rol değişimlerini gayet güzel paylaşmışlar ve sahnede aldıkları sufleleri yerine getirmişlerdir.
Nitekim FETÖ kendine rakip gördüğü isimleri ordu içinde temizlerken, meşhur Ergenekon ve Balyoz davalarında 28 Şubat mağduru kitlelerin gönlünde birikmiş olan ordu karşıtı tortuları mükemmel biçimde kullanmıştır.
Ta ki 15 Temmuz gecesine kadar...
15 Temmuz gecesi gerçekleşen o ihanet kalkışmasında sokağa çıkan dindar kitleler Cumhuriyet tarihinde ilk kez kamu güçleriyle omuz omuza aynı hedef için çarpışmışlardı.
Polis ile, kalkışmaya karşı çıkan asker ile pekâlâ bir arada gelinebileceği düşüncesi, Türkiye cumhuriyeti tarihi bir dönüm noktası olmuştur.
Ülkenin ana eksenini oluşturan dindar Anadolu mayası, yüz yıldır değerleri ile savaşta kullanılan kendi ordusu ile barışmış, aynı duyguları paylaşmış, omuz omuza vatan topraklarını savunmuştu.
İşte bu duygu birlikteliği, emperyalizmin iki yüz yıldır korktuğu, olmaması için her türlü vasıtayı kullandığı binlerce yıllık ordu-millet sosyolojisinin yeniden canlanmasına yol açtı.
Ordu ile, polis ile, kamu ile yeniden barışan Anadolu insanı, bu kez de yine yıllarca darbecilerin salladığı al bayrağı ellerinden çekip aldı ve yeniden bağrına bastı.
Evet, bugün "orduyu sattınız" diyenlere inat, tıpkı binlerce yıl olduğu gibi millet ile ordu el ele, gönül gönüledir.
Bu birliktelik sebebiyledir ki, Fırat Kalkanı, Zeytindalı harekâtları yapılabilmiştir.
Aynı kalp yoldaşlığı, "tek millet iki devlet" anlayışının coşkusu altında Azerbaycan ile tarihin seyrini değiştirebilecek bir dayanışmayı ortaya çıkarmış, üç yüz yıldır geri çekilen Müslüman Türk artık ileriye atılmış, çizmeleri çekip sahaya çıkmış ve masa başı planlarını kılıcı ile parçalamaya başlamıştır.
Aynı kalp yoldaşlığı,
Dindar insan ile ordu arasındaki o yapay duvarlar çöktü...
Yıllarca bayrağı kalbimize saplayan "çağdaş-batıcı" zümrenin elinden aldık ve Ulubatlı Hasan mîsali gönlümüzün gönderine çektik.
Bu birliktelik ve yoldaşlık sadece Türkiye sınırları içinde değil, mazlum tüm coğrafyada da karşılığını buldu, bulacak, göreceğiz...
(Bu yazı Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)