• Haberler
  • Gündem
  • Parti içi muhalefeti de iktidarı da bombaladı, kongre tarihini açıkladı / Bahçeli'nin konuşmasının tam metni

Parti içi muhalefeti de iktidarı da bombaladı, kongre tarihini açıkladı / Bahçeli'nin konuşmasının tam metni

MHP lideri Bahçeli, Kızılcahamam'daki parti toplantısının kapanışında basın toplantısı düzenledi. Muhaliflere kapıyı kapatan Bahçeli, kongrenin, normal zamanında, yan8i 18 Mart 2018 tarihinde yapılacağını açıkladı.

  • 1965

MHP yönetiminin Ankara'nın Kızılcamam ilçesindeki zirvesi sona erdi.

Genel Başkan  Devlet Bahçeli, hafta sonu parti üst yönetimini Kızılcahamam'da bir araya getirdi.

Kızılcahamam'daki bir otelde yapılacak kampa, Merkez Yönetim Kurulu ve Merkez Disiplin Kurulu üyeleriyle milletvekilleri katıldı.

Bahçeli, toplantısı sonrasında basın toplantısı düzenledi.

Olağanüstü kongre isteyen parti içi muhalefete kapıyı kapatan Bahçeli, kongrenin, normal zamanında, yan8i 18 Mart 2018 tarihinde yapılacağını açıkladı. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MHP'nin Kızılcahamam kampının son gün oturumu sonrası düzenlediği basın toplantısında, görüşmelerde fikri, siyasi ve gündeme ilişkin değerlendirmeler yaptıklarını belirtti.

Bahçeli, anayasa tartışmalarına ilişkin, 'Anayasa toplumsal ve siyasal bir mutabakatın zamanlar üstü belgesidir. Bu belge kişiye özel hazırlanamaz. Bu belge yalnızca bir siyaseti gözeterek yazılamaz' dedi.

'Dava arkadaşım akıntıya kapılmayacak'

MHP'nin karıştırılmaya çalışıldığına işaret eden Bahçeli, 'MHP'nin karıştırılması, oyalanması hatta susturulup içine kıvrılması için haricimizde faal ve sinsi bir çalışma vardır. Tertemiz vicdanına, sağlam iradesine, isabetli kararına güvendiğim hiçbir dava arkadaşım bu akıntıya kapılmayacak, sebebi ne olursa olsun fırsat vermeyecektir' dedi.

'Önce şu imzaları bir görelim'

Bahçeli, önümüzdeki hafta muhaliflerin topladığı imzaların genel merkeze iletileceği yönündeki haberlerin hatırlatılması üzerine, şunları belirtti:

'Önümüzdeki günlerde bu uygulanır ise o zaman MHP, Siyasi Partiler Yasası, Tüzük ve siyasi anlayışı içerisinde gereğini yapacaktır. Bu ille de 'imzalar geçerli kabul edilip olağanüstü kongre yapacağız' anlamı taşımaz. Başkalarının imza toplama hakkı kadar parti yönetimi de partiyi koruma, güçlendirme, geliştirme, kargaşaya, çatışmaya, bir takım kırgınlıklara sebebiyet vermeyecek bir anlayış içerisinde hareket etme görevi de vardır. Onun için, önce şu imzaları bir görelim bunlar neyin nesidir.'

'Kongre süreci 18 Mart 2018 tarihi olacaktır'

Alparslan Türkeş'in ölümünün ardından yasal mecburiyet dolayısıyla olağanüstü kongre yaptıklarını belirten Bahçeli, diğer bütün kongrelerin olağan olarak gerçekleştiğini hatırlattı.

MYK'nın, 12. Olağan Büyük Kongre'nin 18 Mart 2018 yılında yapılmasına, söz konusu kongrenin yapılmasına yönelik hazırlık kapsamında ilçe kongrelerinin 9 Ekim 2016 tarihinden başlayarak 30 Nisan 2017 tarihinde tamamlanmasına, il kongrelerinin ise 4 Haziran 2017 tarihinde başlayıp 5 Kasım 2017 tarihinde tamamlanmasına karar verdiğine dikkati çeken Bahçeli, şöyle devam etti:

'MHP'nin lüzumsuz bir şekilde 69 günden bu yana kamuoyunda sürdürülen tartışmalara son vermek, bazı çevrelerin bu hakkı kullanma yolundaki insanları tahrik ve teşvikiyle yanlış yere sürüklenmelerini önlemek açısından böyle bir kararı almıştır. Bu siyasi partiler yasasına ve tüzüğe uygun bir karardır. MHP'nin kongre süreci 18 Mart 2018 tarihi olacaktır. Ondan öncesi artık bizi ilgilendiren bir konu değildir. İmzayı kim ne kadar toplarsa toplasın müracaatları halinde kabulü mümkün olmayacak ve yasal hakları kullanma yolu da açık olacaktır. Onun için önümüzdeki günlerde bizimle değil mahkemelerle haklarını savunmalarını tavsiye ederiz.'

İşte Devlet Bahçeli'nin konuşmasının tam metni

 

"Sözlerimin başında hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, düzenlediğimiz basın toplantısına hoş geldiniz diyorum.

8-9-10 Ocak 2015 tarihleri arasında Merkez Yönetim Kurulu Üyelerimiz, Milletvekillerimiz ve Merkez Disiplin Kurulu Üyelerimizle birlikte Ankara’nın bu güzel ilçesinde bir araya geldik.

Çok yararlı olduğuna inandığım toplantılarımızda fikri, siyasi ve gündeme ilişkin değerlendirmelerimizi etaplar halinde gerçekleştirdik.

Üç gün süreyle devam eden Kızılcahamam Kampımızın verimli ve başarılı geçtiğini memnuniyetle ifade etmek isterim.

Yine memnuniyetle belirtmem gerekirse, Türkiye’nin ana gündem konularını etraflıca analiz etme fırsatı bulduk.

Alanlarında uzman ve yetişmiş arkadaşlarımız ülkemizi meşgul eden meselelerle ilgili değerli ve doyurucu bilgi ve sunumlarını yapmışlar, katılımcıları aydınlatmışlardır.

Ortadoğu’daki sancılı, bir o kadar kaotik ve karmaşık atmosfer tarihsel boyutuyla ele alınmış,

Bilhassa 2015’de Türkiye’yi ve dünyayı yakından etkileyen politik gelişmelerin yanında, 2016’ya yönelik beklentiler anlatılmış,

Irak ve Suriye’deki Türkmenlere sistematik zulüm ve eziyetlerin yanı sıra milli davamız Kıbrıs konusundaki çalışma ve tespitlerimiz görüşülmüş,

24 Kasım 2015’de hava sahamızı ihlal eden Rus uçağının düşürülmesinin ardından ortaya çıkan sosyal ve ekonomik maliyetler kapsamlı şekilde paylaşılmış,

1 Kasımla beraber teşkil eden 26. Dönem TBMM’de, parti Meclis grubumuzun faaliyet ve çalışmaları hakkında bilgi verilmiş,

Elbette, yeni anayasa süreciyle birlikte partimizin hem dün hem de bugün sahip olduğu ilkeli duruş hakkında bütün dava arkadaşlarımız bilgilendirilmiştir.

AKP’nin zorla dayattığı başkanlık sistemine karşı net tutum ve bakışımız bir kez daha teyit edilmiş, bir kez daha billurlaşmıştır.

Merkez Yönetim Kurulu, Milletvekilleri ve Merkez Disiplin Kurulu ortak toplantısında değerli çalışma ve görüşlerini bizlerle paylaşan arkadaşlarımıza huzurlarınızda tekraren teşekkür ediyorum.

 

Saygıdeğer Dava Arkadaşlarım,

Tarih, geçmişine sırt dönmüş, kökünden kopmuş, öz değerlerine yabancılaşmış nice devlet ve medeniyetlerin ibretlik çöküşünü kaydetmiştir.

Birlik ruhunu kaybetmiş, hedeflerinin gerisine düşmüş toplum ve milletlerin acıklı sonları aklı başında herkesin malumudur.

Nasıl ki geçmişteki bir hatanın faturasına bugün katlanmak kaçınılmazsa, bugün yapılacak bir yanlışın, atılacak gafil bir adımın bedeli de gün gelecek mutlaka ağır şekilde ödenecektir.

Şu günkü zaman dilimine, insanlık düzlüğe çıkmak isterken istikrarsızlığa dümen kırmış, maddi ve teknolojik ilerleme yaşarken manevi bunalımın pençesine düşmüştür.

Bu nedenle krizler seriye bağlamış, anlaşmazlıklar ve uzlaşmaz çelişkiler zirveye tırmanmıştır.

Vahşileşen egemenlik mücadeleleri, hiçbir kural ve insaf tanımayan yeni sömürgecilik komploları dünyayı, özellikle komşu coğrafyaları adeta yakıp kavurmaktadır.

18, 19 ve 20. yüzyıllar boyunca tesir gücünü arttıran, yerkürenin her yanına sıçrayan güç ve paylaşım kavgalarının daha şiddetlisi, daha zalimi bugünlerde vuku bulmaktadır.

Dünya üzerinde artan eşitsizliği konuşan yoktur.

Yaygınlaşan adaletsizliği, devasa boyutlar alan ahlaksızlığı dert edinen, insan hak ve hürriyetlerini hakkıyla savunan da görülmemektedir.

İnsanlık vicdanı çoraklaşmaktadır.

İnsani haslet ve özlemler çürümektedir.

Milli, tarihi ve yerel hassasiyetler yok sayılmaktadır.

Etnik, mezhep ve dini kutuplaşma tehlike saçmaktadır.

Gizlense de, medeniyetler birbirini yutma gayesiyle mevzilenmektedir.

Şiddet hâkim bir üslup ve politika haline gelmiştir.

Hangi devlet veya milletin daha çok silah ve parası varsa haklı ve pervasız; hangisinin yoksa adeta esir olduğu perişan bir dünya tablosu karşımızdadır.

Özgürlük lafta kalmaktadır.

Demokrasi yalnızca sözde hatırlanmaktadır.

Uluslararası hukuku takan ve tanıyan da gerçek manada pek yoktur.

Ortadoğu’daki derin kamplaşmanın, dökülen masum kanların, dövülen, dağlanan ve dağıtılmak istenen tarihsel mirasın müsebbiplerini uzaklarda aramanın da akılcı bir yanı yoktur.

Birinci Dünya Savaşı sürerken haritalar üzerinde keyfi oynamalar yapıp en ince detaylara kadar coğrafya taksimatına soyunanların kapanmamış bir hesabı vardır.

Osmanlı’yı hasta adam ilan edenlerin tedavi edilmemiş aç gözlülükleri, tasfiyesi olmayan hınç ve hırsları vardır.

Dün bize parmak sallayıp üzerimizde plan yapanların kor gibi içten içe yanan kin ve öfke dolu emelleri son derece acımasızdır.

Gerek komşu coğrafyalar, gerekse de ülkemiz şu anda ne yaşıyorsa, neye maruz kalmışsa dünün eseri, dünün ertelenmiş bir çekememezliğidir.

Her şey açık ki, Ortadoğu’yu tekrar bölmek istiyorlar.

Ortadoğu’yu yeniden parçalamayı, hücrelerine kadar sömürmeyi; insan ve doğal kaynaklarını tamamen eritmeyi hedefliyorlar.

Bunun için kaos fitilini tutuşturup, Ortadoğu’yu bütünüyle sömürge kafesine tıka basa doldurmayı projelendiriyorlar.

Büyük Orta Doğu Projesi’nin çıkış gayesi de budur.

Arap Baharı isimli isyan dalgasının ana amacı da buna hizmettir.

El Kaide, IŞİD, El Nusra, Boko Haram, PKK, PYD ve diğer terör örgütlerinin silahlandırılıp maşa olarak kullanılması, kiralık örgüt kategorisinde görülmesi rastlantı değildir.

AKP hükümeti bu küresel oyunlara alet olmuş, cinayet projelerini maalesef ki destekleyerek zalimlerle aynı safa girmiştir.

Hiçbir yasal ve anayasal dayanağı olmayan BOP’a, gururla eşbaşkanlık yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’nun bugünkü kanlı manzarasında payı ve parmağı vardır.

Türkiye’nin tüm komşularını karşısına alan ve Haçlı niyetlerine kanan AKP’nin, şu günkü dehşet döngüsünde katkısı inkar edilemeyecek düzeydedir.

Batı’nın çıkarlarına öyle geldiği için evvela parlatılan, göklere çıkartılan, Arap sokaklarında şöhret kazandırılan Erdoğan’ın; çok geçmeden husumet odağı haline gelmesi şüphesiz ki unutulacak, gözden uzak tutulacak bir çarpıklık değildir.

Erdoğan sayesinde Türkiye Ortadoğu’dan soyutlanmıştır.

AKP’yle Türkiye, tarih ve kültür bağlarıyla sımsıkı bağlı olduğu Ortadoğu’dan uzaklaştırılmış, ötelenmiş, çok açık biçimde dışlanmıştır.

Görüyor ve üzülerek şahit oluyoruz ki, Türkiye Suriye’nin içişlerine karışmanın vahim sonuç ve çatlaklarını her düzeyde, her şekilde yaşamaktadır.

AKP, Irak’ta yanlış ata oynamanın, Mısır’da tarihin yanlış tarafında durmanın, İsrail’de istismarcı tutumların, İran’da tutarsız hamlelerin, Libya’da tenakuz dolu hataların, Kıbrıs ve Kafkaslar’da milli politikalardan keskin savrulmaların bir numaralı sorumlusu ve suçlusudur.

Bunu söylemeyi istemezdik, ama Türkiye’nin dış politikası kalmamıştır.

Zira AKP artık politikasızlığa, iktidarsızlığa mahkum olduğu kadar; çaresizdir, eli kolu BOP zincirleriyle, eşbaşkanlık zorbalığıyla, stratejik derinlik kilidiyle düğümlenmiştir.

Hükümetin hiçbir sözü adresini bulmamıştır.

Hiçbir öngörüsü tutmamış, hiçbir hedefi gerçekleşmemiştir.

Irak’ın Süleymaniye kentinde, 4 Temmuz 2003’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirildiğinde AKP’nin tüm inandırıcılık ve yaptırımı sona ermişti.

Türkmeneli’nde yapılan katliamlara ses çıkarmadığı, Türkmenleri yok saydığı gün miadı dolmuştu.

Küresel vahşet tuzağına düşüp Türkiye’nin jeopolitik ufuk ve ihtiyaçlarını hiçe saydığı gün milli gönüllerden düşmüştü.

Kerkük’te tapu daireleri yakılıp, Türkmen varlığı işkencelere uğrarken, Barzani’ye yanaştığı ve yumuşadığı gün AKP milli vicdanlarda mimlenmişti.

Irak’ta Müslümanlar topluca infaz edilirken, Afganistan harabeye çevrilirken ABD askerlerine başarı dilediği gün AKP tükenmiş, iflas etmişti.

Peşmergenin Ayn el Arab’a geçmesine izin veren, PYD ve PKK’ya cömert destekleri sessizce izleyen AKP’dir.

IŞİD’e uzunca bir süre tepki göstermeyip, sınırlarımızı yabancı savaşçı ve teröristlere açan, Suriye muhalefetinin arkasında durmak adına Türkiye’nin uluslararası imajını bozan AKP’dir.

Türkiye’nin milli çıkar ve bekasını Barzani’nin keyfine, terör örgütlerinin eline bırakan da AKP’dir.

Davutoğlu 27 Kasım 2015’de “Fırat’ın batısına geçeni vururuz” diyordu.

Erdoğan 10 Kasım 2015’de “Fırat’ın batısına kimse geçemez” sözleriyle kararlılık mesajları veriyordu.

Peki ne oldu? Nitekim olan aynısıyla şudur: YPG terörü geçen hafta Fırat’ın batısına geçmiş, Teşrin Barajını ele geçirmiştir.

Buna karşılık hem Erdoğan hem de Davutoğlu, ısrarla bu terör kuşatmasını inkâr etmiş, bölgeden gelen haberlerin doğruları yansıtmadığını vurgulamışlardır.

Yani gerçekler saptırılmış, milletimiz kandırılmıştır.

Güney sınırlarımıza paralel uzanan Azez ve Carablus arasındaki 90 km’lik Mare Hattı’nın PYD’nin kontrolüne geçmesiyle, hainler sözde Kürdistan koridorunda çok önemli bir mesafe kaydedeceklerdir.

Sözde Kürdistan’ın inşası devam etmektedir.

Erdoğan’ın, 19 Kasım 2014’de, Barzani’nin huzurunda Kürdistan’dan bahsetmesi, TBMM’deki bölücülerin Kürdistan yaygarası, Doğu ve Güneydoğu bölgelerine ayrı bir tanımlama getirme küstahlıkları Türkiye’nin nereye sürüklendiğinin işaretidir.

Gerçekten de Ortadoğu’ndan tüten boğucu ve yıkıcı duman Türkiye’yi sarmıştır.

Kaldı ki yıkım ve çözülmenin asıl hedefi de Türkiye’dir.

Türkiye’nin Lüblanlaşması, yani etnik ve mezhebi çerçevede ayrılıp birbirine girmesi hız ve ivme kazanmıştır.

Cizre, Silopi ve Sur’da Ayn el Arap, yani Kobani provaları yapılmaktadır.

Kazılan hendeklerin içine bin yıllık kardeşliğin imhasını sağlayacak etnik dinamitler döşenmiştir.

Ve işin daha da vahamet yanı ise, bugünlere açılım, çözüm, barış ezber ve tavizleriyle gelinmesidir.

Erdoğan’ın mimarı olduğu, canını koyduğu, baldıran zehri içecek kadar gözünü kararttığı çözüm süreci hendek olmuş teröristleri saklamış, silah, bomba olmuş kahraman Mehmetçiklerimizi ve polislerimizi şehit etmiştir.

Başbakan Davutoğlu dün Afyonkarahisar’da, son çukurlar, hendekler kapatılıncaya ve kamu düzeni sağlanana kadar operasyonların süreceğinden bahsetmiştir.

Davutoğlu boşa konuşmaktadır.

Çünkü samimi değildir.

Daha düne kadar kamu düzenini ihlal edip devletin egemenlik haklarına meydan okuyan teröristlerle masaya oturup Türkiye’yi pazarlık malzemesi yapan Davutoğlu’nun başında bulunduğu AKP hükümeti değil miydi?

Daha düne kadar İmralı’nın ağzının içine bakan, PKK’ya her istediğini demokratikleşme kandırmacasıyla veren bu AKP hükümeti değil miydi?

Daha düne kadar Kandil’e kriptolu telefon gönderip Türk askerine PKK’ya operasyon yapmayın emri veren bu işbirlikçi AKP hükümeti değil miydi?

Hem süreç ihanetiyle PKK’nın şehirlere konuşlanmasına göz yumarlar, hem de operasyon derler.

Hem PKK’nın süreç ihanetinden istifade edip silah ve mühimmatları il ve ilçelere doldurmasını seyrederler, hem de kamu düzenini savunurlar.

Hepsinden mühimi ise, hem Oslo’da özerklik ve özyönetim sözü verirler, hem de üniter devlet ahkâmı kesip Türk milletinin aklı ve onuruyla alay ederler.

Bunlar yalancı, korkak, nankör ve ikiyüzlüdür.

Bunlar Türklüğün hasmı, Türkiye’nin iktidardaki muhalifidir.

Türkiye AKP’den ibaret değildir, AKP’ye, kaçak saraya bırakılamayacak kadar da büyük ve muazzam bir ülkedir.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Başbakan, partisinin Afyonkarahisar’da dün düzenlenen 24. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda çok talihsiz değerlendirmelere imza atmıştır.

Davutoğlu, esefle karşıladığımız konuşmasında; kaosa geçit vermediklerini, Türkiye’yi de, gönül coğrafyamızı da zaafa uğratmadıklarını iddia etmektedir.

Bu Davutoğlu hangi âlemde yaşamakta, dünyaya hangi gözlükle bakmaktadır?

Türk devleti Cizre’de sokaklara tam manasıyla giremezken, Sur ve Silopi’de hala hakimiyet kuramazken, Başbakan’ın kalkıp kaosa geçit vermedik sözü hayal mahsulü, yalan destanıdır.

Hele hele gönül coğrafyamızı zaafa uğratmadık sözü ancak cahillere söylenecek bir saptırmadır.

Davutoğlu neyden bahsetmekte, kime, neyi anlatmaktadır?

Her gün gelen şehit haberleri yüreklere ateş gibi düşmektedir.

Saraydan başını çıkaramayanlar, israf ve haram içinde yüzenler; bu milletin oturacak evleri dahi olmayan mazlum evlatlarının şehadetine ya duyarsız ya da kör ve sağırdır.

Sayın Davutoğlu, polislerimiz canlı hedeftir, görmüyor musun?

Askerlerimiz haince katledilmektedir, anlamıyor musun, hala neyin düzen ve dirliğinden bahsediyorsun?

Ortadoğu’da kan gövdeyi götürüyor, Türkiye Suriye’den sonraki vahşet durağı olarak devreye alınıyor, Davutoğlu Erdoğan’la birlikte pembe tablolar çiziyor.

Suriye’nin Azez Kenti’nin Duden Köyü’nde 75 Türkmen’in kafası kesildi, AKP’den bir ses, bir telin ve taziye duyuldu mu?

Gazze’dekilere ağlayanların, Türk ve Türkmen ölümleri karşısında suskun kalması en hafif tabirle zulme ortaklıktır, cinayetlere payandalıktır.

Ülkeyi ve milleti hedef alan operasyonlara, ameliyatlara karşı durduklarını söyleyen Davutoğlu, sen bu asılsız ve uyduruk tezleri kimin adına, kime yaranmak adına seslendiriyorsun?

 

Sağımıza solumuza, önümüze arkamıza ölüm çukurları açılmışken, Erdoğan ve Davutoğlu’nun fildişi kulelerinden, yalan kubbelerinden hakikat kıyımı yapmaları günahtır, ayıptır, millete en ağır hakarettir.

Davutoğlu’nun; “Acaba milletimizin bize tevdi ettiği emaneti yerine getirirken ihmal ettiğimiz, eksik bıraktığımız herhangi bir şey var mı” diye sorgulama yapmasına gerek yoktur.

Çünkü her şeyleri baştan ayağa eksik, kusurlu, noksan ve ihmalkârlıktır.

AKP ve himayesi altındaki mihraklar Türkiye’ye çevrilmiş namludur.

Bu namludan Türk milletinin yıkım ve devrilmesi için dedikodu, tezvirat, ihanet, melanet ve zillet mermi gibi çıkmaktadır.

İşte bu şartlar altında Türkiye yeni anayasa sürecine kilitlenmiştir.

Ve eşzamanlı olarak başkanlık sistemi Erdoğan güdümündeki AKP tarafından tedavüle sokulmuştur.

Tam bu aşamada, Davutoğlu, “Nasıl bir ülke olmak istiyoruz sorusunun cevabını yeni anayasa metnine, ruhuna ve lafzına yansıtmak durumundayız.” sözlerini ağzından çıkarmıştır.

Bizim nasıl bir ülke olduğumuzu hala bilmeyen bir şahıs Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’dır.

Sayın Davutoğlu, bizim nasıl ülke olduğumuzu ya öğren ya da biz sana sabır ve sebatla kesinlikle öğreteceğiz.

Davutoğlu Afyonkarahisar’dan konuştu, biz de kendisini başkent Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinden milli bir sesle uyarıyor ve kendine gelmesini diliyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti milli ve üniter bir devlettir. Bu bir.

Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, üzerinde tartışma götürmeyecek bir ilke ve tarihi iradedir. Bu iki.

Türkiye Cumhuriyeti devleti bağımsız yaşama ülkümüzün, birlik ve beraberlik içinde var olmamızın muhteşem bir eseri ve payidar kalacak bir ecdat yadigârıdır. Bu da üç.

Davutoğlu yeni anayasaya bakınca nasıl bir ülke olmamız gerektiğini değil, milletimizin ve devletimizin bocaladığı sorunları aşma, hukuki ve siyasi engelleri tesirsiz hale getirme fırsatı olarak görmelidir.

Her zaman dediğimiz gibi anayasa toplumsal ve siyasal bir mutabakatın zamanlar üstü belgesidir.

Bu belge kişiye özel hazırlanamaz.

Bu belge yalnızca bir siyaseti gözeterek yazılamaz.

Yeni anayasaya kimliğini kaybetmiş bir ülkeye kimlik yapımı, rejim ve sistemini bulamamış bir ülkeye yenisini kurma yol ve eşiği olarak bakılmamalıdır.

Yeni anayasada bir devlet veya bir millet tarifi yapmak yerine, devleti daha süratli ve etkin çalıştırmak; birey, toplum ve devlet ilişkilerini demokratik standartlara kavuşturmak asıl ve esas olmalıdır.

Biz anayasa yoluyla millet olmadık.

Biz anayasa yoluyla devlet kurmadık.

Ve bu yolla da ne devletimizi ne de milletimizi kaybetmeye, heba etmeye, yeni baştan 36 etnik kimlik çürümüşlüğüne göre bina etmeye tahammül edemeyiz, izin veremeyiz.

Yeni anayasa bir ihtiyaçtır. Buna diyeceğimiz bir şey yoktur.

140 yıldır süren bu tartışma geniş katılımlı bir mutabakatla sonuçlandırılmalıdır. Buna da itirazımız olmayacaktır.

Fakat Türkiye’nin yeni anayasa kılıfı altında başkanlık sistemine geçmesine; demokrasiyi özünde benimsememiş, muhalif seslere katlanamayan, parlamenter sisteme kilit vurmak için her kumpastan medet uman ilkel zihniyetlere ortak olamayız, göz yumamayız.

Türkiye’ye seçilmiş despot değil, yeni bir anayasa gerekmektedir.

Türkiye’nin sorunu sistem değil, var olan sistemin makul ve ahlaki çalıştırılmaması, devletin rasyonel ve hızlı karar alacak ehil ve milli ellerde olmamasıdır.

Bugün başkanlık isteyenler, yarın hanedanlık kuracağız derlerse ne yapacağız?

Bugün başkan olacağım diyenler, yarın Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi ve milli mirasını tamamıyla ters tasarruflarla dağıtırsa ne yapacağız?

Bugün başkan olanlar, yarın krallık iddiasında bulunurlarsa buna nasıl mani olacağız?

Her yönetim ve sistem tercihinin coğrafi, sosyolojik ve tarihsel bir temeli vardır.

Bu temel dinamitlenmeden, ki bunun adı darbe veya devrimdir, var olan devletimizin adını, ruhunu, ilke ve esaslarını değiştirmek kesinlikle imkansızdır.

Bu itibarla AKP’nin başkanlık hayalinden vazgeçmesini, Davutoğlu’nun ise Erdoğan’ın oyununa gelmemesini istemek en tabii beklentimiz ve tavsiyemizdir.

Biz yeni anayasada vatandaşlık tarifiyle oynanmasına karşıyız.

Biz Anayasa’dan Türk ifadesini çıkarma provalarına sonuna kadar karşı çıkacağız.

Ve biz Türkiye Cumhuriyeti’nin simge ve özeti olan Anayasa’nın ilk dört maddesinin tahrip edilip kurnazca alaşağı edilmesine de direneceğiz.

Şunu unutmayalım ki, yeni anayasayı Türk milleti adına yapmayı istiyoruz.

Hal böyleyken yeni anayasa, yeni Türkiye derken; Türk milletinin ve Türklüğün horlanıp aşağılanması teşebbüs aşamasında bile olsa bizim için aşılması imkânsız bir sınırdır.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Küreselleşmenin alt etnik kimlikleri ortaya çıkarma yönünün kışkırtıcı rol oynadığı şu günkü ortam Türk milli kimliğinin ve milli devletin aleyhine işlemektedir. Bu çok açıktır.

Hükümet tarafından kavramsallaştırılan ve “ortak payda” adı altında servis edilen yapay ve gevşek formüller Türk milletinin çözülmesini hızlandırmaktadır. Bunun da tüm yankı ve sonuçları görülmeye başlanmıştır.

İktidara hâkim olan AKP, milli perspektife sahip olmadığından bölücü talepleri sırası geldiğinde karşılayacak adımlar atarak mahvoluşa doğru bodoslama gitmektedir.

Anayasa’dan Türklüğün ayıklanması ahlaksızca planlanırken, dikkat etmemiz ve çok yakından takip etmemiz gereken önemli gelişmeler vardır.

Geldiğimiz ve ilerlediğimiz süreç yalnızca Türk olmayanların kimlik kazanımlarına değil maalesef asırlar içinde kazanılmış Türklük kavramının da zayıflamasına neden olmaktadır. Küresel çevrelerin kukla gibi oynattığı AKP-PKK ortaklığının gayesi de budur.

Yıllardır çok aktörlü yürütülen bölücülük operasyonuyla Türklük bir alt kimlik olarak sunulmaya çalışılmaktadır.

Büyük ve asli unsur Türkler kendi devletlerinde göçmen, sığıntı, misafir ve etnik kalıntı muamelesine maruz kalmaktadır. Erdoğan’ın “Türklükle karşıma gelmeyin” pervasızlığı bunun için seslendirilmiştir.

Türklerden sözüm ona ayrışmama adına kimliklerinden ve değerlerinden taviz üstüne taviz vermeleri istenmektedir. Açılım, yıkım ve çözülme süreçleriyle istenen ve ölçülen tepkiler bu tavizi derinleştirmek içindir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bu tavizin son durağının belirlenmesi ve durulacak yerin somut olarak tespit edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Aksi halde yüz yıl sonra ortada Türk’ten eser kalmayacaktır.

Bu gidişle “kimim” sorusunun cevabı “Türküm” olamayacaktır. Ve bu Türklüğün tarihten silinmesi demektir.

“Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne taarruz eden bugünkü alçaklar bir yana, yarınlarda Türk olmanın yasaklanacağı ve suçlanacağı karanlık dönemlere de şahitlik edilmesi ihanetin bu dozda gitmesi halinde sürpriz sayılmamalıdır.

Türkiye’de esasen tartışmaların ağırlık merkezinde Türkler, teslim ve tasfiyesi beklenen de Türklüğün vicdanıdır.

Milli ve tarih şuurundan mahrum, hatta tamamen yoksun iktidardaki azınlığın milletten istediği budur.

Dolayısıyla devir kötüdür, kötünündür.

Korkarım ki, artan siyasi Kürtçülüğe ve bölücülüğe karşılık Türkçülüğün söndürülmesine devam edilmesi halinde yarın ihtiyaç olduğunda vatanı savunacak Türk aransa da bulunamayacaktır.

Bu boşaltılmış millet olgusu Anadolu’nun istilası için uzun vadeli ve sabırla işlenen psikolojik harekâtın bir amacı ve maalesef son perdesidir.

Aktörler ise AKP, PKK, İmralı canisi, Barzani ve kaçak saray arasındaki rol dağılımıyla belirlenmiştir.

Türklerin milli kimlik ve kültürlerini muhafazası ancak Türk milliyetçilerinin müdahalesi ve uyarısı ile olabilecektir.

Tam tersi durumda, Türk milletinin milli refleksleri kırılacaktır.

Hatırlanırsa, İstiklal Savaşı bir avuç vatansever haricinde bu milli refleksin hemen hemen dibe indiği bir ortamda yapılabilmiştir.

Görüyorum ki, toplumun her kesimi kaçınılmaz sonu giderek hissetmektedir.

Süreç öyle tazyik ve tertiplerle doludur ki, Türkiye içinden ve Türk milletinden yeni bir millet kıra döke, bağıra çağıra doğmaktadır.

Malum çevrelerin AKP’den aldıkları cesaretle yeni anayasadan statü ve kimlik talepleri bunun habercisi ve ipuçlarıdır.

Her şeyden önce anadilini kullanmaya, eğitim yoluyla öğrenmeye başlayan ve bunu da her geçen gün genişleten etnik yapıların yalnızca kültürel temsili yetinmeyeceklerini bilmemiz lazımdır.

Dil ile başlayan ve özerk yönetime, federasyona, konfederasyona doğru ilerleyen içinden geçtiğimiz süreçte, sözde aydınların ve ülke gündemini belirleyen kurumların önerileri maalesef bize dayatılanların kabulünden başka bir şey değildir.

Sorumluluk makamını işgal edenler 1980’li yıllardan itibaren bu tehlikeli gelişmeyi görmemiş ya da görmek istememiş, bu nedenle de tedbir adı altında günü kurtaran, sadece lokal, tesir düzeyi kısıtlı, dar ve sınırlı hamlelerle vakit kaybedilmiştir.

Nasıl ki otuz iki sene önce, bugün karşımıza fiilen ve alenen çıkan bölücülük sorunları küçümsenmiş veya ötelenmişse, bugün de beş-on sene sonra karşımıza çıkması güçlü olan olaylar hasıraltı edilmekte, gizlenmekte ya da geçiştirilmektedir.

Öncelikle iç ve dış bölünme lobilerinin bize dayattığı iki milletli bir devlet modelidir ve bu kapsamda hummalı ve namert bir faaliyet yürütülmektedir.

 

Anlaşılan tereddüt, üniter devletin yapısına uyum konusunda veya devleti dönüştürme kapsamında çıkacak sorunların nasıl göğüsleneceği hususunda düğümlenmektedir.

Yeni Türkiye şablonunun dayanağı olarak ilk Meclis’in gösterilmesi bu arayışın sonuçlarından yalnızca birisidir.

Yanı sıra, başkanlık sistemiyle üniter sistemin çelişmeyeceği propagandası bir başka takiyyeci uydurma ve sonuçtur.

Geçmişe vizyonsuzlukları ile katkı yapan önemli ve kritik devlet kurumları, şimdi bütün enerjilerini iktidarın güdümüyle Türk milletini ve devlet organlarını bu yeni oluşuma maniple etmek için harcamaktadır.

Bazı kesimler ki, aralarında önemli devlet müesseseleri de vardır, bunlar Avrupa Birliği sürecinin ve hükümetin problemli, asılsız, uyumsuz, hayalci politikalarının getireceği sözde refahın ayrılmayı durduracağını iddia etmiştir.

Şu ufuksuzluğa dikkat ediniz ki, bu fikrin sahipleri parayı “üst kimlik”, refahı “ortak payda”, yolu, köprüyü, havaalanını, metroyu, hastaneyi ve diğer tüm sosyal ve ekonomik yatırımları birlikte yaşamanın şemsiyesi olarak görmektedir.

Milli kültürün kapsayıcı özellik ve mesajları bu çevreleri artık tatmin etmekten uzaktır.

Bu anlayışa sahip ve oldukça da paniklemiş zihniyetlerin her pahasına teröristlerle müzakerelere umut bağlaması, anayasal suç olan fiillerin tarafı ve azmettiricisi olmaları başka türlü izah edilemeyecektir.

Bugünkü ortamda başta hükümet olmak üzere, milli emanetlere, millet olmaktan kaynaklanan her türlü hak, hukuk ve mirasa ilgisiz ve iştahsız kalan karanlık odaklar, tüm hesaplarını bölünmüş ve paylaşılmış Türkiye fikrine çevirmişlerdir.

Bu itibarla Türk devletinin kurucusu, Türk milletinin kurtarıcısı ve Türk vatanının garantörü olan Türk milliyetçiliğini dizginleme, engelleme ve terbiye etme eğilimi kontrolsüzce ilerletilmektedir.

MHP’nin karıştırılması, oyalanması, hatta susturulup içine kıvrılması için haricimizde faal ve sinsi bir çalışma vardır.

Tertemiz vicdanına, sağlam iradesine, isabetli kararına güvendiğim hiçbir dava arkadaşım bu akıntıya kapılmayacak, sebebi ne olursa olsun fırsat vermeyecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk-İslam ülküsüne adanmış, millete ve vatana feda edilmiş ömürlerin şeref ve namus yuvasıdır.

Bu yuvayı bozmak kimsenin harcı olmadığı gibi, buna göz de yumulmayacaktır.

Biz boyunduruk altına girmeyecek bir davanın, el etek öpmeyecek bir ecdadın, mücadelesinin bedelini canıyla ödemiş binlerce ülkü şehidinin yaşayan neferleriyiz.

Neferiz, çünkü biz bir sevdanın, bir hilal uğruna baş koymuş inanmışlığın temsilcileriyiz, kısacası Milliyetçi-Ülkücü Hareketiz.

Hareket; durmanın, durgunluğa meyletmenin, duraklama yaşamanın tam zıttıdır.

Hareket tökezlerse, ülkücü heyecanını kaybederse, hayat duracak, hilal vatanın semalarından inecektir. Allah’ın izniyle bu da olmayacak bir şeydir.

Üzerimizde oynanan oyunları bozmak, hareketimize çelme takmak isteyen, duygusal hassasiyetleri kaşıyıp felaket tellallığı yapanlara kapalı durmak birlikte başaracağımız bir konudur.

Milliyetçi-Ülkücü Hareket her zamankinden daha fazla birbirine kenetlenmelidir. Badireleri arzuyla, cesaretle, emin ve yerinde kararlarla aşacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Milliyetçiliğe kulp takma ve kara çalma yarışına girenlerin tercih ettikleri yöntem ve vasıtalar devlet ve milleti acıklı, sancılı, oldukça da kanlı bir parçalanmaya götürmektedir.

Bizim yok oluşuna seyirci kalacağımız ne bir vatan, ne de bir millet vardır.

Bir başka paradoks ise etnik kimliklerin keskinleşmesi ve iddia sahibi olmasıdır.

Şayet ihanetin ölçeği daha da artarsa, hükümet karşısında vakur ve sabır gösteren Türk milletinin, alt kimlik duraklarında bir parçasını kaybetmesi tedrici de olsa, yerinde bir tabirle ifade edecek olursak şaşırtıcı olmayacaktır.

Milliyetçilerin kafa karışıklığı yaşaması zalim ve hainlerin elini rahatlatacak, önlerini açacaktır.

Türkiye benzerlerine soğuk savaş yıllarında rastlanan demir bir perdeyle, yurdumuzu baştan ayağa saran sanal bir duvarla ortadan ikiye ayrılabilecektir.

Gidişat ne üzüncüdür ki bu yöndedir.

Ülkemiz bölünmeyi yavaşlatacak adımlar şöyle dursun, hızlandıracak ve her alana yaygınlaştırabilecek dinamiklerle karşı karşıyadır.

Yerli ve yabancı mahfiller; Türk milletini birbirine düşürmek, bilhassa Türk-Kürt cepheleşmesini tetiklemek, etnik kargaşayı derinleştirmek, ayrılıkçı beklentileri uyandırmak amacıyla yoğun gayret içerisindedir.

Kazılan hendekler, sözde özyönetim ilanları, terörist eylemler bunun göstergesidir.

Analar ağlamasın diye gösterilen sabır ve metanet sınır ötesi bir hal alarak uyanan siyasi bölücülüğü bırakınız sakinleştirmeyi, daha da yüreklendirmiş ve kışkırtmıştır.

Nitekim tehlike had safhadadır.

Büyük ve ana gövde olan Türk milletinin milli tepkilerini zayıflatan en önemli iki faktörden birisi de hiç kuşkusuzyoksulluktur.

Yoksulluk, işsizlik milli kimliği aşındırmış, hassasiyetleri sulandırmış ve arka plana itmiştir.

Türk milli kimlik erozyonunun diğer ayağı ise sağlıksız ve maksatlı biçimde yayılan, sosyolojik olarak geri bir form olan millet altı yapılanmalarının güçlenmesidir.

Bunların hepsi milli duyarlılıklara ket vurmakta, bu kapsamda hissizliği ve tepkisizliği artırmakta, milli ve demokratik itirazları budamaktadır.

Özellikle AKP’nin sözüm ona milli çözülmeyi önlemek için önerdiği Türkiyelilik tezleri aslında ileride kaşımıza çıkacak önemli bir sorunun şimdiden telaffuzu ve hatta hızlandırıcısıdır.

Dikkatle üzerinde durulması gereken nokta, milli kimliği üzerinde oynama, tahribat, tartışma ve hatta yargılama yapılan Türk milletinin buna karşı göstereceği direncin derecesi ve bunun da zamanlamasıdır.

Aziz millet varlığının yanlışa katlanması abesle iştigal olduğu kadar, daha fazla sineye çekmesi de tarihi gerçekleri inkâr anlamına gelecektir.

Allah korusun ama, etnik kimliklerin bağımsızlıklarını, değilse bile özerklik ve özyönetimlerini kazanacakları bir ortamda, kim olduğunu anlatamayan, hatırlamayan, bilmeyen kalabalıktan ve yığından başka geriye bir şey kalmayacaktır.

Türk milletinin dokusunda ve yüzyıllar içinde oluşmuş bünyesinde yapılacak her operasyon, her etnik cerrahi müdahale sonuçları önceden tam manasıyla kestirilemeyecek felaketlere davetiye çıkaracaktır.

Bin yıllık kaynaşmanın son bulması hiç kimseye bir şey kazandırmayacak, bilakis millet varlığında anlam bulan herkese çok ağır fatura yükleyecektir.

Kürt kökenli kardeşlerimin bu fatura kesilmeden ellerinin tersiyle iteceklerine candan inanıyor ve hepsine güveniyorum.

Etnik uyanışın, etnik canlanmanın millet yapısına rakip çıkması kısa soluklu ve saman alevi gibi yanıp sönen günü birlik bölücü heyecanlara neden olsa da, sular durulduktan sonra çok acı sonuçlarını da gösterecektir.

Parçalanmış ülke fotoğrafından fayda umulması, geçmişten intikam alma arayışları, bedel ödettirme gayeleri ve kutuplaşmalar kardeş kavgalarına, kanlı hesaplaşmalara neden olacak, ortada bir ülke kalırsa felaketten felakete sürüklenecektir.

Bugün Kürt-Türk arasında meydana gelebilecek sosyolojik ve etnik ayrışmanın nerede duracağı, hangi yıkım ve facialara kapı aralayacağı az çok bellidir.

Sormak lazımdır ki, kurulan yuvalar, teşekkül ettirilen ekonomik ortaklıklar, beraberce yaşanılan mahalle ve şehirler nasıl ayrılacak, nasıl bölünecektir?

Mesela, Kürt anadan ve Türk babadan ya da tersi olan bir durumda doğacak çocuk nereye ait olacak, kimliğini nasıl anlamlandıracaktır?

Başbakan bu soruyu kendi kendisine soracak yüreğe sahip midir?

Yüz yüze olduğumuz meselenin boyutları hafife alınamayacak kadar büyük olduğu idrak edilmekte midir?

Türk milletinin ismini ağzına almaktan imtina eden zihniyetler muhtemel risk ve açmazların farkında mıdır?

Eğer farkındalarsa tercih ettikleri politikaların bölücü terör örgütünün tez ve taleplerini meşrulaştırmak ve aynı zamanda karşılamak olduğunu ne zaman anlayacaklardır?

Allah’a hamd ederim ki, milletimizde henüz kaygısını taşıdığımız bir kopma meydana gelmemiş ise de gelişmelerin istikamet ve akıntısı aksi yöne doğrudur.

Maalesef üniter milli devlet yapısının giderek gevşediği bu aşamadan sonra ve özellikle Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin Kürdistan olarak ilan edilmesi halinde ve Suriye’nin kuzeyinde vuku bulan olumsuz gelişmeler tahminlerin ötesinde musibetlere ortam açacaktır.

Yeni anayasa yapımının arifesinde bizim hareket noktamız, karar ve görüşlerimize yön verecek düşünce ve tespitler şimdilik bunlardan ibarettir.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk milletini yüz üstü bırakmayacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kim vurduya gidişini atalet içerisinde izlemeyecektir.

Ve Türklüğün infazına, son mensubuna kadar direnecek, demokratik mücadelesini şevkle, aşkla, yıldırım gibi çarpan bir kalple yerine getirecektir.

Konuşmama son verirken, basın toplantımıza katılan siz değerli medya mensuplarına ve aziz dava arkadaşlarıma teşekkür ediyor,  hepinizi biz kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Allah ülkemizin, milletimizin ve mukaddes bildiğimiz davamızın yardımcısı olsun diyor, sözlerimi noktalıyorum.

Sağ olun, var olun."

Bakmadan Geçme