• Haberler
  • Gündem
  • Bülent Ortaçgil: 'Artık şarkı yazamıyorum, yaşlandım!'

Bülent Ortaçgil: 'Artık şarkı yazamıyorum, yaşlandım!'

Bülent Ortaçgil'in ilk albümü 'Benimle Oynar Mısın?' 41 yıl sonra yeniden plak olarak yayımlandı. Ortaçgil'le zamanla değişenleri ve hep aynı kalanları konuştuk. Ortaçgil: 'Türkiye'nin şu andaki en ciddi sorunu bu: Sen git kendin gibilerle arkadaş ol, ben benim gibilerle... Böyle değildi bu toplum. Bu enjekte edildi bize.'

  • 1137

Ardımızda tamamen sonbahara teslim olmuş bir İstanbul bırakarak, sabah çok erken bir saatte çıkıyoruz yola. Yaza veda öpücüğü verebileceğimiz bir yere, Bozburun’a gitmek üzere...

Bülent Ortaçgil’le ilk albümü ‘Benimle Oynar Mısın?’ın 41 yıl sonra yeniden plak olarak yayımlanması vesilesiyle buluşacağız. Dalaman Havalimanı’ndan çıktıktan sonra ağaçlı yollarda, güneşli birkaç saat geçirdikten sonra varıyoruz Marmaris’in bu sakin tatilbeldesine.

Ortaçgil’in evini bulmak zor olmuyor; çünkü burada, bu boz taşlı dağlara neredeyse gömülü vaziyette olan tek bir ev var. Balkonda, bizi görünce el sallıyor.

Yükseklerde yaşayan, iyi kalpli, beyaz sakallı bir masal kahramanı gibi bu haliyle... Kısa süren, bol sarsıntılı bir tırmanıştan sonra varıyoruz eve. Horoz ve arı seslerinin eşlik ettiği, arada denizden zıplayan balıklara bakmak için birkaç dakikalığına ara verdiğimiz röportajımız başlıyor. 

İnsan, eserlerini çok sevdiği biriyle tanışmaya korkuyor. Ya umduğum gibi biri çıkmazsa diye... Ama bazen korktuğunuz gibi olmuyor. Şarkılarını çok sevdiğiniz Bülent Ortaçgil’in evine konuk oluyorsunuz, birlikte Bozburun sokaklarında yürüyüp sohbet ediyorsunuz. Ayrılırken “Bugüne kadar az bile sevmişim” diyorsunuz. Oluyor, hayat insana bazen böyle kıyaklar yapıyor.

41 yıl önce yaptığınız albüm yeniden yayımlandı. İnsan ürettiği şeylerin zamana karşı galip geldiğini görünce bir parça da olsa ölümsüz olduğunu hissediyor mu?

Öyle bir duygu taşımıyorum herhalde. Ama yaptığım işin değerli bir iş olduğunu ben de kabul ediyorum. Bununla ne yapılır? Övünülür belki, övünürüm ben de.

Birçok insan yaptığı şeyi küçümser. Ben yaptığım şeyleri beğenirim. “Yapabildiğimi yaptım” derim. ‘Benimle Oynar Mısın?’ teknikle değil, tamamen ruhla yapılmış bir albüm.

Müzik sanatıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordum onu yaparken. Gitarı doğru dürüst çalamıyordum bile. Ama delicesine bir adanmışlık vardı.

‘Benimle Oynar Mısın?’ Rainbow45 Records etiketiyle yayımladı.

Nasıl çıktı bu yeniden yayımlama fikri?
Bundan üç-dört yıl önce Avrupa’da yeniden bir vinil merakı çıktı, İspanya’da vinil otoritesi birtakım insanlar ‘Benimle Oynar Mısın’ı 1000 adet bastılar. Şimdi burada da Rainbow45 Records basmak istedi. O albümün 41 yıl sonra hâlâ kendini sattırabilen bir ürün olması ilginç konu

MÜZİĞİMİN TÜRKİYE'NİN MÜZİKAL BEĞENİSİ İÇİN BİR ŞEY İFADE ETMEDİĞİNİ BİLİYORDUM

 

Nedir bunun sırrı?
Benim şarkı estetiğimde şu vardır: hiçbir şeye tek yandan bakmam. Yeni dilde bunun adı; empati kurmak. Sadece kendi gördüğüm şekliyle yazmamaya, başka gözleri de işin içine katmaya özen gösteririm. Öyle yaparsan çok katı bir şey söylememiş oluyorsun.

Bir de genel insan halinden, insanın içsel dünyasına dokunan şeylerden söz ettiysen kalıcı oluyor. Nasıl bir romanı yıllar sonra da aynı iştahla okuyabiliyorsun… ‘Benimle Oynar Mısın?’ da ona benzedi.

 

Ne düşünüyordunuz onu yaparken?
Kimya fakültesinde öğrenciydim. Ali Kocatepe “Ben bunu plak yapayım” demeseydi, böyle bir şarkı hiç bilinmeyecekti, ben de müzisyen olmayacaktım belki. Benim o zamanlar hiç umrumda değildi çünkü.

71’de ‘Anlamsız’ ve ‘Yüzünü Dökme Küçük Kız’ 45’liğini çıkarmıştım, kardeşim ve Ergun’la birkaç konser vermiştik falan ama müzikten bir beklentim yoktu. Çünkü yaptığım müziğin Türkiye’nin müzikal beğenisi için bir şey ifade etmediğini biliyordum.

Neden kimya okudunuz?
Enayilikten. Müzik dışında hayatta yapmak istediğim hiçbir şey yoktu ama aptal bir adam değildim; kitlesel olmayan bir müzik yaptığımın ve bu müzikle bir para ilişkimin olamayacağını erken yaşta anladım. Para getirecek herhangi bir şey lazımdı. Üniversite sınavında ilk yıl istediğim bir yer olmuyordu, ikinci yıl 500’üncü oldum, kimya mühendisliğine girdim.

Müzik okumak bir seçenek olmadı mı hiç?
Olmadı. Babam tıp hekimiydi ama maaşlı bir babaydı, doktorluğun ticaretini yapmazdı. Türkiye’nin orta halli gelir grubundandık ve böyle ailelerin çocuklarının başarılı olmasının tek yolu okumaktır. Bize “Müzik hobiniz olsun, bu işe çok da bulaşmayın”ı empoze ettiler bir şeklinde.

Okumak ister miydiniz?
Hayır. Konservatuvarda birçok adam okuyor ama orijinal iş yapan konservatuvarlı sayısı o kadar fazla değil. Sanat yapıcı insanlar mutlaka sanat okulundan çıkar diye bir şey yok.

 

BEATLES'IN KARA FANATİKLERİNDEN OLDUM

Müziğe ilginiz nasıl başlamıştı?
Ben dokuz yaşındayken babamın işi sebebiyle Amerika’ya gittik. 1959’da. Orada televizyonu açtığında Elvis Presley’i falan görüyordun. 

Benim şansım çocukluk ve teenager’lık (gençlik) dönemimin bu müziğin yaratıldığı döneme denk gelmesidir. Paul Anka’lar, The Platters’lar… Beatles çıktı ben 13-14 yaşındayken. Kara fanatiklerinden oldum. 
Ortaokulu Kadıköy Maarif Koleji’nde okudum. Hocalar yabancıydı, Bob Dylan falan dinletirlerdi. Onlardan da etkilendik. Türkiye’deki ticari müziğe hiç bulaşmadık. Daha sonra da kafam o yöne hiç gitmedi. ‘Müzikten para da kazanayım, herkes beni beğensin, fıstık gibi kızlar tavlayayım…’ Böyle bir dünyadan hiç nasibimi almadım.

Üniversitelerde dersler başladı bugünlerde. Sevmediği bölümlerde okumak zorunda kalan binlerce öğrenci var. Onlara ne söylersiniz?
Benim üniversiteye gitmeye başladığım çağda Türkiye bu kadar gelişmiş bir ülke değildi. Sanatla uğraşan insanlar için seçenekler son derece azdı. Ya Ajda Pekkan, Selçuk Ural, Erol Büyükburç olacaktın ya da olmayacaktın. 

Ama şimdi iletişim ağı eskiye oranla çok ciddi şekilde gelişti. Eskiden Mozart gibi bir müzik dehası, Gogen gibi bir ressam tanınmadan ölüp gidebiliyordu. 

Ama artık bir tuşa basıyorsun Tanzanya’daki insanın bile senden haberi oluyor. Böyle bir dünyada yapılan şey eğer gerçekten değerliyse heba olmuyor. Ama herkes de kendini dünyanın en yetenekli insanı sanmasın.

Okumakla kalmayıp uzun yıllar kimya mühendisliği de yaptınız değil mi?
Altı yıl mühendislik yaptım, sonra bıraktım. Benden CEO falan olmazdı.

Neden?
İnsanlara kötü davranamıyorum çünkü. Birilerini üzdüğüm olmuştur belki ama bundan hiç hoşlanmadım. Piyasa kurallarına göre yaşamak ve insanları buna mecbur kılmak da bana göre değil. “O zaman bunun sorumluluğunu çekeceğim arkadaş, açlıktan geberiyorsam da geberirim” dedim ve ayrıldım işimden.

 HİÇBİR ZAMAN BOYUN EĞMEDİM 

 

 Müziğe başladığınız yıllardan bugüne bakınca ne geçiyor içinizden?
Bireysel düşüncelerin müziğini yapanların ilklerindenim ben. Benimkiler gibi şarkılar yazan bir sürü insan var şimdi. Onlar için ben bir şekilde başarabilmiş bir adamım. 

Çok para kazanmadım ama bu işi çok uzun dönem yaptım ve hiçbir zaman boyun eğmedim. İyi örnek olduğumu düşünüyorum.

İçinizde ukde kalan bir şey var mı?
Ukde değil ama şu var: Ben müzikle yaşamaya karar verdimde 37 yaşındaydım. Geç bir yaş. Hiçbir şeyin yaşı yok, o da ayrı mesela ama böyle olmamasını tercih ederdim. Türkiye başka bir Türkiye olsaydı, ben de daha cesur olsaydım da 20’lerimde falan başlasaydım...

Ne daha farklı olurdu?
Daha fazla üretirdim. Gençliğimde üretebileceğim şeyleri üretirdim.

 KİMSE UZLAŞMIYOR, BU TEHLİKELİ 

Ülkedeki kasvetli hava Bozburun’da nasıl hissediliyor? Siyasi ve toplumsal gündeme yer verdiğiniz şarkılarınız vardır. Bir gün bu yaşananlar da girecek mi müziğinize?Bilmiyorum. Türkiye’den korkuyorum ben. Kimse kimseyi dinlemiyor. Kimse kimsenin gözünden bakmak istemiyor olanlara. Kimse uzlaşmıyor. Bu tehlikeli bir şey.

 

Hep biraz böyle değil miydi?
Değildi. 1980’den sonra Rize’ye gitmiştim konser için. İnsanların sağ-sol diye politize olduğu dönem… Sağcıların solcularla, solcuların sağcılarla dalga geçtiğini gördüm orada. Şaşkınlıktan dilimi yutmuştum.

Şimdi böyle bir şey mümkün değil. İnsanlar deşifre olmak istemiyor. Öbür türlü arkadaşlıklar bozuluyor, aileler birbirine giriyor. Ama bu enjekte edildi bize, Türklerin hep böyle olduğunu düşünmüyorum. Bu kadar bağnaz, fikren bu kadar dışarı kapalı… Böyle değildi bu toplum.

 

Sizin ‘Beni Kategorize Etme’ diye bir şarkınız vardır...
Bence milli marş olması gerekiyor şimdi. Çünkü Türkiye’nin şu andaki en ciddi sorunu bu: Sen git kendin gibilerle arkadaş ol, ben benim gibilerle…

Ülkenin politize olmasını körükleyen politikacılar böyle olmasını istiyor ama hayat böyle yürümüyor arkadaş! Sadece bir senin düşündüğün, bir de benim düşündüğüm yok. Herkesin bir düşündüğü var.

Ne olacak peki sizce bundan sonra?
Bilemiyorum. Kötü senaryoyu düşünmek bile istemiyorum.

AKP BENİM İÇİN O KADAR DA "ÖTEKİ " DEĞİLDİ


‘Hep küçük şeyler bizi savaştıran / Küçük şeyler bizi barıştıran’ diyorsunuz bir şarkınızda (Küçük Şeyler)...
Ama artık büyük şeyler oldu bizi savaştıran şeyler. ‘Ankara katliamı’ içimizi kapkara yaptı. Sorumlular belli, hâlâ oyalanıyoruz. Artık aklımızla oynamasınlar.

Nasıl barışacağız?
İlk hedef bu olmalı. Ancak o zaman olur. Daha uzlaştırıcı bir politikaya ihtiyacımız var. Ama Türkiye bunu yapar, yapmaz bilemem.

Ama umut hep vardır sizin şarkılarınızda? ‘Sen içimdeki küçük mum / Hâlâ sönmedin yanıyor musun? / (...) / En soğuk rüzgârlarda / En ıslak yağmurlarda bırakmadın beni’ dersiniz mesela (Mum)...
Ben hep umutluyumdur, iyimserimdir. O yüzden umut yine var, hep var.

Bundan beş yıl önce dönemin Başbakan’ı Erdoğan, sanatçıların ‘demokratik açılım’ konusunda görüşlerini almak üzere bir davet vermişti. Siz de gitmiştiniz değil mi?
Gitmiştim. Bu ülkenin Başbakan’ı beni insan yerine koyup çağırıyorsa, niye kaçayım ki? Ama o toplantıya katılan müzisyenlerin çoğu gerizekâlılık etti ve müzik sorunlarını konuştu.

Halbuki açılım hakkındaki görüşlerimizi almak için çağırmışlardı bizi  En iyi konuşan İbrahim Tatlıses’ti, diğerleri egolarını sundu.

O günlerden çok daha başka bir yerdeyiz bu konuda...
Açılım maçılım kalmadı. Ben AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda yaptıklarını şimdiye kadar sosyal demokrat iktidarların yapmamış olmasından acı duyuyordum. Hiçbir zaman AKP yanlısı biri olmadım ama o yıllarda o kadar da öteki değillerdi benim için.

Onlardan değilim, dünyayı onlar gibi görmüyorum ama onları öteki olarak da görmüyordum. Demokrasi böyle bir şey çünkü. İktidara geldiler mi, geldiler. Ancak benim yaşamımı değiştirmeye kalktıktan sonra onlara olan tavrım tabii ki değişti.

Bugün artık ‘bir adam’ diktatoryası altında gibiyiz. Bütün doğruları o biliyor, biz hiçbir şey bilmiyoruz. Bize öyle yap, böyle yaşa diyor, bu böyle olacak diyor, savaş çıkarıyor, savaş durduruyor... Ama bu bitecek. Yerine gelen ne olur bilemem ama bu bitecek.

 YAŞAMAK KARŞISINDA MAĞLUP OLUYORSUN

Yeni albüm var mı ufukta?
Üç-beş yıldır şarkı yazamıyorum. Eskizlerimi beğenmiyorum. Öyle bir sorunum olmaya başladı son yıllarda. Batılı şarkı yazıcılar çalakalem her konuda yazarlar. Ben o kadar bereketli değilim. 

Gitarı iki tıngırdatıyorum; bana bir yol gösteriyor mu diye bakıyorum. “I-ıh” diyorum, bırakıyorum. Ya da bir cümle yazıyorum, sonra bakıp “Ya ben buna benzer bir şey söylemiştim” diyorum, atıyorum. Yaşlanıyorum. Fikirlerim orijinalliğini kaybediyor. İştahım azalıyor.

Çok rahatsınız bunu söylerken. Hiç mi canınızı yakmıyor bu durum?
Yo. Biterse de “Bitti arkadaş” diyebilmek lazım. Çünkü hayat böyle bir şey. Bir musluk gibi düşün; sürekli gürül gürül akacak diye bir şey yok. Zamanla yaşamak karşısında mağlup oluyorsun. Yaşlandıkça kabullenmen artıyor. Eskiden isyan ettiğim hiçbir şeye artık isyan etmiyorum.

Niye?
Şaşırmıyorum çünkü. Hayat benden o şaşkınlık hissini aldı. Dünyayı değiştirmek için söyleyeceğim şey azalıyor. “Dünya böyledir” demeye başlıyorsun. Bunlar kötü şeyler şarkı yazmak için. 

İnadına “Ben dünyayı değiştireceğim, görürsünüz şimdi” demek lazım. Şimdiye kadar yaptıklarımla yarışabilir kalitede bir şey yaparsam yayımlarım, yoksa yayımlamam artık. Bugüne dek yaptıklarımın içine tükürmeyeceğim hiçbir zaman.

YAŞLANDIKÇA HUYSUZ OLMAYA BAŞLADIM

Yaş aldıkça daha mükemmeli aradığınız için böyle olmuş olabilir mi?
Aslında o kadar mükemmeliyetçi değilimdir, çalarken hata yapmaktan hiç korkmam ama olabilir. Şimdi müziği daha fazla biliyorum. Kendi orijinal tarafımı ölçebiliyorum. Ve beğenmemeye başlıyorum.

Her konuda böyle ‘süper objektif’ misinizdir?
Kimya mühendisliği insana nesnel olmayı öğretiyor.

Etrafınızdakilere, hayata da bu kadar keskin mi bakıyorsunuz?
Bilmiyorum. O kadar değil galiba.

Öyleyse eğer, bu insanı biraz huysuz biri yapar çünkü?
Yaşlandıkça huysuz olmaya başladım zaten. Karıma sor.

Bülent-Çiğdem Ortaçgil çifti 28 yıldır evli. Birbirlerine ‘Bülentim’ ve ‘Karım’ diye hitap ediyorlar: “Bülentim, bana bir şey diyor musun, dükkâna gidiyorum”, “Karım, gel, seninle de fotoğraf çektirelim”.

 40 YIL AYNI ŞARKIYI ÇALINCA DEVLET SU İŞLERİ'NDE ÇALIŞAN MEMURDAN FARKIN KALMIYOR

Çalacağınız gecelerin özellikle gece hayatı için ölü geceler olmasını istermişsiniz ki gerçekten seven gelsin, kimse geçerken uğramış olmasın...
Doğru. Hayatta en nefret ettiğim şeylerin başında müziğin meze olarak kullanılması geliyor. Benim için başlı başına bir iştir müzik dinlemek. O yüzden bu kadar günlük hayatın içinde, fon olarak kullanılmasını tuhaf karşılıyorum. 

Müzik için özel bir çaba göstermek lazım. Kendi şarkılarım için de dinler dinlemez “Vay be, ne güzelmiş” demelerini istemem. Basit olmaktan, çabuk deşifre olmaktan hiç hoşlanmadım şimdiye kadar.

Peki bir şarkının o kadar da çözülecek bir tarafı yoksa ve çok geniş kitlelere hitap ediyorsa bu onun illa kötü olduğunu mu gösterir?
Ona inanmıyorum. Her şarkının alıcısı var. Bu dinleyenin seçimine bağlı. “Benim müziğim değerlidir ama Orhan Gencebay’ınki değildir” falan demiyorum. Beni beğenen beni dinler, öbürünü beğenen onu dinler.

Hiç var mı sizin ‘öbüründen’ beğendiğiniz?
Beğendiğim ya da “Yahu ne kadar amacına uygun yapılmış” dediğim pop şarkıları vardır. Mustafa Sandal’ın, Kenan Doğulu’nun şarkıları mesela. Sezen Aksu’nun öyle birçok şarkısı vardır. Onlara güzel şarkı demekten hiç kaçınmıyorum. Ama beni alıp götüren, başkalaştıran öyle şarkılar arasından pek çıkmaz.

 "ŞIK LATİFE" EN AZ SEVDİĞİM ŞARKIM

Şarkılarınız bir filmde geçince ya da Müslüm Gürses, Teoman, Gülben Ergen gibi çok ünlü biri söyleyince her yerde çalmaya başlıyor, bu duruma inceden bozuluyorsunuz değil mi?
Bozuluyorum. Çünkü yüzüm tanınır oluyor. 150 bin tane fotoğraf çektirmem gerekiyor. Otobüse, dolmuşa binemiyorum. Tabii sizi dinlemesi olası ama hiç dinlememiş insanlar da böylelikle dinlemeye başlıyor. Bu bir şans ama...

Siz pek vermezsiniz şarkılarınızı. Nasıl oldu da ‘Eylül Akşamı’nı verdiniz ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filmine?
Vermem diye bir şey yok. Onlar almazlar genelde. Benim şarkılarımdan para kazanılmaz kolay kolay.

Orasıyla burasıyla oynayıp cingıl yapıyorlar bütün şarkıları...
Benim bir-iki şarkım da reklamlarda kullanıldı. Onlarda da sözlerini vermedim. Müziğin parasal ilişkiye dönüşmesi kaçınılmaz bir noktadan sonra. Ben de para mukabili bazı şeyler yaptım. Ama şarkıların tüketim malzemesi olmasından hazzetmediğim bir gerçek.

Konserlerde hep aynı şarkıları istediklerinde kızıyorsunuz dinleyiciye. Birkaç kez şahit oldum...
 Olabilir. Türkiye’deki dinleyici çok tutucu. Hiç yeni bir şey dinlemek istemiyor. Beni sevenler bile öyle. Ama 40 yıl aynı şarkıyı çalınca Devlet Su İşleri’nde çalışan memurdan farkın kalmıyor.

Bu söylediğiniz çok acımasızca aslında. İnsan istiyor ki o çok sevdiği şarkıyı, yazan da hep özel duygularla söylesin...
Bir şarkıyı hep aynı zevk ve heyecanla söylemen imkansız. ‘Benimle Oynar Mısın’ı hangi duyguyla yazdığımı şimdi hatırlayamıyorum bile. Birkaç şarkımı her konserde mutlaka çalarım ama bis şarkısı olarak ‘Şık Latife’ falan istediklerinde “O kadar da değil” diyorum. Hiç sevmiyorum o şarkımı.

Aa?
En az sevdiğim diyeyim hadi.

En az kıymeti bilinen şarkınız hangisi peki?
‘Çoktular Ama Hiç Yoktular’. Bir türlü ısınamadılar ona. Biraz tuhaf bitiyor, ondan herhalde.

 BOZBURUN İLK GÖRÜŞTE AŞKTI

 

Sizi ‘kent ozanı’ diye biliyoruz ama siz yılın yarısını küçük bir tatil beldesinde geçiriyorsunuz...
Ben şehir çocuğuyum. Beğendiğim şeyler de şehirlilerin beğendiği şeyler. Dolayısıyla ‘kent ozanı’ tabiri o kadar da yanlış değil. Ama Lou Reed gibi bir kent şarkıcısı da değilim. İstanbul’da da Kanlıca’da oturuyorum. 

Beyoğlu’nda falan yaşamak istemem doğrusunu istersen. Çünkü yoruluyorum. İstanbul’daki hıza yetişmem mümkün değil. Buradaki daha az materyale bakmak, bir don paçayla yazı geçirmek… Bunlar bana iyi geliyor. Duygusal olarak rahatlıyorum.  

Yıllar içinde şehirdeki ne gibi değişiklikler oldu?
İstanbul kanser hücresi gibi, inanılmaz büyüyor. Giderek kuraldışı bir şehir haline geldi. Türklerin her işi biraz öyle olmaya başladı. Hiçbir şeyde kural tanımıyoruz. Birbirimize saygımız yok, empati yapamıyoruz.

Şehir hayatı da giderek zorlaşıyor. Bir yerden bir yere gitmek çok zor artık. İnsanlar korkunç bir acele halinde. Buradan İstanbul’a gittiğimde ancak 10 günde profesyonel İstanbullu gibi davranmaya başlayabiliyorum.

GÜNLERİ UNUTMAK MÜKEMMEL BİR ŞEY

Bozburun ilk görüşte aşk mıydı?
İlk görüşte aşktı. Burada yaşayan arkadaşlarımız vardı. Onlar için gelmiştik, kaldık. İlk geldiğim zaman burada bir pizzacı açtım.

Bir Alman kız vardı, o mutfakta çalışıyordu, ben de garsonluk yapıyordum. Konserler artmaya başlayınca kapattım.Şimdiki evimizin karşı tarafında oturuyorduk. Oradan da manzara çok acayiptir.

Altı ay oradan güneşin batışına baktım ve hiç sıkılmadım. “Bozburun” şarkısını öyle yazdım. Şimdi burası da çok değişti. Bozburun’u sevmiyoruz eskisi kadar. Bütün tatil beldeleri değişiyor. Herkes para pul derdine düşüyor. Yine de bir şekilde izole bir hayat sürüyoruz burada.

Nasıl geçiyor burada bir gün?
Hiçbir şey yapmamanın keyif olduğu bir hayat var burada. Bir hafta falan kaldıktan sonra “Bugün günlerden ne?” noktasına geliyorsun. Günleri unutmak mükemmel bir şey. Yazın yedi gibi uyanır, çişimi denize yaparım.

Bir köpeğimiz vardı, öldü geçen sene. Onunla birlikte denize girerdik. Sabah bir saatyüzerim evin önünde. Sonra kahvaltı ederim. Gazeteyi beklerim hasretle. Akşamüstüne kadar onu okurum. Arada kitap karıştırırım. Son zamanlarda Murat Menteş okumak hoşuma gidiyor.

İstanbul’da nasıl bir rutininiz var?
Buradakine benzer. Orada da yüzmeye gidiyorum haftada bir-iki gün. Sportif biri değilim ama yıllar geçtikçe aynı alışkanlıklarla yaşamaktan kilo alıyorsun. Romatizmal şeyler başlıyor. Benim de arızalarım var. Hareket etmem lazım. Yüzmek de en güzel hareket.

 GENÇ MÜZİSYENLERİ PEK TAKİP ETMİYORUM AMA KALBEN'İ ÇOK BEĞENDİM

Kimleri dinliyorsunuz bu aralar?
Son takıntım Avishai Cohen. Yavaş yavaş enstrümanını iyi çalanları, sözsüz müzik yapanları dinlemekten zevk almaya başladım. Onlar da genelde caz müziği kökenli oluyorlar; Keith Jarrett, Brad Mehldau… Dream TV’nin ‘Akustik’ diye bir programı var, onu dinlemekten büyük haz alıyorum.

Yüzyüzeyken Konuşuruz, Yok Öyle Kararlı Şeyler, Biz, Kalben… Bu gençleri nasıl buluyorsunuz?
O kadar takip etmiyorum ama Kalben’i dinledim. Çok da beğendim. Tanımak da istiyorum. İstanbul’a bir gideyim, çaldığı yerlere bakarım. Ama ona biraz daha gitar çalışmasını tavsiye edebilirim. Çünkü şarkılarının sözleri ve o dünyası çok orijinal. Müzikalite biraz daha arkadan geliyor. Onu da çözerse eğer, son derece iyi bir şarkı yazıcı olacağına inanıyorum.

Çok genç rock gruplarını bilmiyorum. Ama merak ettiklerim var. Bir vesile olsa Büyük Ev Ablukada’yı dinlemek isterim mesela. Jehan’la (Barbur), Birsen’le (Tezer) birlikte çalıyoruz zaten. Yeğenim de Korhan’la (Futacı) çalıyor. Onları saymıyorum.

Müzik yarışmalarından jürilik teklifleri falan gelmiyor mu hiç size?
Ben suratsız herifin tekiyim, jüri üyeliği falan yapabileceğimi hiç sanmıyorum.

Bugün müzik piyasasının bugün en büyük sorunu ne sizce?
Daha kurumlaşmayı tamamlamamış olması. Müzik satılamıyor artık. Bunu yapmaya kalkan insanlar da para kazanamadıkları için bu dünyayı bilgisayara falan hapsetmeye kalktılar.

Artık elle tutamıyorsun müziği. Havale ediyorsun oradan oraya. Whatsapp’la yolluyorsun. Bir takım sinyaller haline dönüştürüyorsun. Bu dünyada da böyle belki ama öbür türlü yürüyen bir pazar da var başka ülkelerde.

 

Bakmadan Geçme