Hainlikte Seviye Atlamak ve Rus Yayılmacılığı
Dr. Vehbi Kara
- 1211
Vatana düşmanlık tarihin hiçbir döneminde bu kadar ucuz olmamıştı. Üstelik bunu yapan insanların milletvekili ve hatta parti genel başkanı olması insanın hayaline dahi gelmezdi. Fakat oldu işte… Şimdi dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili anayasa değişikliği gündemde. Umarım vatan hainliğinde zirve yapanlar hak ettikleri cezaları alırlar.
Bir milletvekili gidiyor bir Rus televizyonunda “Türkiye IŞID’e sarin gazı verdi” diye bir iftirada bulunuyor. Ülkemiz aleyhine her fırsatı değerlendirmek için dört dönen Rusya için bulunmaz bir şey.
Bunu dünyanın gözü önünde yaptığı halde CHP lideri Kılıçdaroğlu, parti kurullarını işletmeyi partiden atmak için teşebbüse geçmeyi düşünmüyor. Neyi bekliyor bilmiyorum, bundan daha büyük bir hıyanet olabilir mi?
Diğer büyük hıyaneti ise ABD ve Batı ülkelerinden yüz bulamayan HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş işliyor. Vatandaşlarımıza ülke giriş çıkışlarında engeller çıkaran Rusya’ya partisinin şubesini açmak için gidiyor. Helal olsun zamanlama harika. Bir hıyanet yapmak istiyor isen işte böyle zamanları seçeceksin. Ta ki ne mal olduğun bilinsin…
Bu noktada biraz yakın tarihimize bakalım. Bundan 70 yıl önce bu sefer Sovyetlerin güçlü olduğu bir zamanda Rusya’nın gerçek yüzünü görme fırsatını yakalamıştık. Stalin 2. Dünya Savaşının galibi olarak Kars ve Ardahan’ı istiyor yetmemiş gibi Boğazlarda üs talebinde bulunuyordu. İşte bu sayede yıllarca dost gibi görünen fakat ülkemizi yutmak ve sıcak denizlere inmek için yıllarca fırsat bekleyen Rusya apaçık saldırıya geçmişti. Batı ile ilişkilerimizi geliştirmemizin ve NATO’ya girmemizin en önemli sebeplerinden biri işte bu Rus emperyalizmidir. Bunun hikâyesi şöyledir:
İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Karadeniz ve Akdeniz'i birbirine bağlar. Başta Türkiye olmak üzere, Karadeniz'e kıyısı olan Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan gibi Varşova Paktı ülkeleri için çok büyük öneme sahiptir. Türk boğazları, askeri strateji bakımından da çok önemli bir yere sahiptir. Karadeniz'e kıyısı olan ülkelerin donanmaları için diğer denizlere çıkışın tek yolu bu boğazlardır.
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki halen yaşadığımız krizin temelleri, II. Dünya Savaşı öncesine ve savaşların olduğu döneme dayanır. 1930'ların son yarısına kadar Türk-Rus ilişkileri sıcak ve biraz kardeşçe idi. İki taraf, aralarında imzaladıkları Moskova Antlaşması ile birbirleriyle işbirliği sözü vermişlerdi. Hatta 1936'da Türkiye, Sovyetler Birliği, Avustralya, Bulgaristan, Fransa, Almanya, Yunanistan, Japonya, Birleşik Krallık ve Yugoslavya'nın imzaladığı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile boğazlar üzerindeki askeri ve siyasi hakları düzenleme yetkisi Türkiye'ye bırakılmıştı.
Bu sözleşme, boğazlarla ilgili yapılan son görüşme oldu. Önceki antlaşmalar ve konferanslar, 19. ve 20. yüzyıllarda boğazların açıklığını esas almıştı. Sorun, Faşist İtalya'nın ve yayılmacı politikalarının yükselmesi ve Bulgaristan'ın boğazların Türkiye tarafından silahlandırılmasından endişe etmesi nedeniyle tekrar nüksetmişti. 20 Temmuz 1936 tarihinde anlaşmanın imzalanmasından sonra Türkiye'ye boğazları silahlandırmasına ve düzenlemesine izin verildi. Antlaşmaya göre Karadeniz'e kıyısı olmayan ülkelerin gemileri Türkiye'den izin almak zorundaydı. Josef Stalin, 1936 konvansiyonunun değiştirilmesi için uluslararası kamuoyuna baskı yapmaktaydı ve 1939'da boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa kontrolünü teklif etti. Sovyetler Birliği'nin, Nazi Almanyası ile Molotov-Ribbentrop Paktı'nın imzalanması üzerine, Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov zorla boğazları kontrol altına almak ve onların yakınında bir askeri üs kurmak için ülkesinin isteği konusunda Alman meslektaşını bilgilendirdi. Türkiye, 23 Şubat 1945'te Almanya'ya savaş ilan etti ve Türk kuvvetleri boğazlardaki Alman gemilerine el koydu.
Sovyetler Birliği, Doğu Anadolu Bölgesi'nde Türkiye-Sovyetler Birliği sınırının Gürcistan ve Ermenistan lehine değiştirilmesini talep etti. Sovyet Başbakan Yardımcısı Lavrentiy Beria Gürcistan'ın güneybatısındaki Türk topraklarının Osmanlı döneminde Türkler tarafından Gürcülerden çalındığını iddia etti ve bu Stalin'in kulağına gitti. Beria'nın sözde teorisi Türk tarafından kabul edilecek olsaydı, Karadeniz ve Orta Doğu üzerinde Sovyet etkisi artacak ve süreç içinde ikinci bölgedeki Britanya İmparatorluğu'nun etkisini azaltacaktı. Bu iddia, Mayıs 1953'te Boğazlar rejimi üzerindeki Sovyet şartları ile birlikte geri çekildi.
Sovyetler Birliği, Nazi Almanya’sını kesin olarak yenince, 1945 ve 1946 yılında konuyu tekrar gündeme getirdi. 1946 yılı boyunca, Türk ve Amerikalı diplomatlar konuyla ilgili sık sık görüşmeler yaptı. Sovyetler Birliği, savaş sırasında Karadeniz'deki Sovyet Donanması'na ait gemilerin boğazlardan geçmesini istediyse de Türkiye buna izin vermeyince gerginlik daha da büyüdü.
6 Nisan 1946'da Amerikan savaş gemisi USS Missouri'nin Türkiye ziyareti Sovyetleri daha da kızdırdı. Gemi, Türkiye'nin ABD büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün'ün cenazesini Türkiye'ye getirmişti. Fakat Sovyetler geminin gelişinin tesadüfi olmadığını iddia ettiler. Geminin bölgeye gelmesi sürpriz olmamasına rağmen Sovyetler Birliği'nin ABD büyükelçisi Nikolay Vasileviç Novikov, Missouri'nin boğazlara gelmesinin "Sovyetler Birliği'ne karşı bir askeri-politik bir gösteri" olduğunu ve bu durumun Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin açıkça ihlali olduğunu Amerikalı yetkililere bildirdi.
Sovyet Dışişleri Komiserliği 7 Ağustos 1946 tarihinde, Türk Dışişleri Bakanlığı'na "artık boğazların diğer Karadeniz ülkelerinin de güvenlik çıkarlarını temsil ettiğini" ifade eden bir nota verdi. Sovyetler, bununla İtalyan ve Alman savaş gemilerinin boğazlardan çatışma olmaksızın geçebildiğine göndermede bulunmaktaydı. Sovyetler, notada ayrıca Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni yeniden düzenleyen bir uluslararası konferansın toplanmasını talep etmekteydi.
Sorun, Potsdam Konferansı'nda ABD Başkanı Harry S. Truman'ın da gündemine geldiğinde, Boğazlar sorununun Türkiye ve SSCB ile ilgili bir iç siyaset sorunu olduğunu ve iki tarafın arasında çözülmesi gerektiğini söyledi. ABD Potsdam'da Sovyetlerle anlaşmazlığa düşmek istemediğinden böyle bir yol izlemişti. Karadeniz ve Akdeniz arasında önemli bir stratejik geçidi Sovyetlere bırakmak, muhtemelen Türkiye'yi Komünist bir ülke yapardı. Paris'teki barış görüşmelerindeki diplomatlara, ABD Dışişleri müsteşarı Dean Acheson tarafından 8 Ağustos 1946 tarihinde gönderilen gizli telgrafta açıklanmıştı.
Sovyetler Birliği, 1946 sonbahar yaz aylık döneminde Türk kıyılarına yakın manevralara sahip savaş gemileriyle Karadeniz'deki donanma varlığını artırdı. Kara birliklerinin önemli bir kısmı Balkanlara sevk edildi. Hızla artan Rus baskısından kurtulmak için Türkiye, birkaç gün sonra ABD'den yardım istedi. Başkan Truman yönetimine danıştıktan sonra Türkiye'ye bir deniz görev kuvveti gönderdi.
9 Ekim 1946 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve ilgili hükümetler Türkiye'ye verdikleri desteği yinelediler. 26 Ekim'de Sovyetler Birliği, Türk Boğazları kontrolüne ilişkin yeni bir zirve için kendine özgü talebini ve kısa bir süre sonra da bölgeden askeri güçlerinin çoğunu geri çekti. Türkiye tarafsızlık politikasını terk etti. Ayrıca Türkiye ve Yunanistan'da Sovyet etkisinin yayılmasını sona erdirilmesini amaçlayan Truman Doktrini planı kapsamında 1947 yılında ABD'den ekonomik ve savunma yardımı olarak 100,000,000 doları kabul etti. Ülkemiz 1952 yılında NATO'ya katıldı.
Amerika Birleşik Devletleri, Çanakkale ve İstanbul Boğazı'nın kaderini belirlemek için uluslararası bir konferansın yapılmasını önerdi. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri tarafından açıklandığı gibi bir ortamda düzenlenen bir konferansın kabul edilemez olduğunu iddia etti. 10 Aralık 1946'da Moskova'daki Sovyet Dışişleri Bakanlığı'na Türkiye'deki Sovyet Büyükelçisi S. Vinogradov tarafından gönderilen muhtıraya göre, Sovyet görüşünün azınlıkta kalacağı bu konferansta Boğazların statüsü ile ilgili önemli bir değişiklik yapılmasının beklenmesinin mümkün olmadığı dile getirilmekteydi.
Joseph Stalin'in ölümünden sonra 30 Mayıs 1953 tarihinde yeni gelen Sovyet hükümeti boğazlar üzerindeki hak iddialarını reddetti. Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki Rus iddialarını, hem de Türk-Ermenistan-Gürcistan sınırı boyunca diğer toprak anlaşmazlıklarını sahiplenmedi.
Uluslararası görüşün Türkiye lehinde olması, ayrıca Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde Sovyetler Birliği, boğazlar üzerindeki tüm iddialarından vazgeçti. Ortadoğu'da bir güç olabilmenin yolunun Türkiye ile iyi ilişki kurmaktan geçtiğini anlayan Sovyetler Birliği bu yönde hareket etti. Türkiye'nin 1952'de NATO'ya girmesiyle Sovyetler Birliği bu politikadan vazgeçmek zorunda kaldı. 1936 Montrö Antlaşması, SSCB ve ardıl devletleri ile Türkiye arasında günümüzde hala yürürlüktedir.
İşte ibret alınması gereken tarihi gerçekler bu şekildedir. Şimdi bir parti başkanı ve milletvekilinin yaptığı eylemler ne manaya gelmektedir, daha iyi anlaşılmaktadır, vesselam…