Dr. Vehbi Kara

Bizim Hikâye

Dr. Vehbi Kara

  • 1193

 

“Bizim Hikâye” çok güzel bir filmin adıdır. Eğer 80’li yılları ve bu dönemde yaşanan önemli olayları anlamak isterseniz muhakkak bu filmi izlemelisiniz.

Bu filmin yapımcısı Alaaddin Şirketine, Cansel Elçin ve Haluk Piyes ile beraber rol alan bütün sanatçılara teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Bu filmi seyreden her vicdan sahibi insan elbette bu değerli sanatçılara hayran kalacaktır. Zira oldukça güzel bir senaryoyu oldukça gerçekçi bir biçimde hayata geçirmişlerdir.

Filmin hikâyesi şöyle: 12 Eylül darbesinde gözetim altına alınan İsmail burada işkence görür. Kendisi dindar bir insan ve yazardır. Burada komünist görüşlü mahkûmlarla iyi bir dayanışma içerisinde yapılan zulümlere karşı direnmektedir. Gördüğü işkence sonunda üç yıl sonra hapishanede vefat eder. Fakat yaşadığı olayları bir günlüğe kaydetmiş ve mahkeme kararı ile tutmuş olduğu bu günlük oğluna teslim edilir.

İsmail’in oğlu, babasının yaşadığı o acı olayları bir türlü unutmaz. Hatta uyku dahi uyuyamamaktadır. Sonunda avukat olarak babasının uğradığı haksızlıklara karşı bir “iadeyi itibar” davası açar. Bundan sonrasını anlatmayacağım zira bir döneme ışık tutan bu filmi sonuna kadar izlemenizi istiyorum.

İsterseniz biraz da filmin konusu ile ilgili olarak benim de yaşadığım 12 Eylül 1980 darbesinin insanlarımıza yaşattığı acılardan bahsedeyim. Çünkü aradan neredeyse 40 yıl geçtiği halde yaşadığımız o günleri bir türlü unutamıyorum.

ABD’den emir alarak ülkemizin anarşi ve terör olaylarına seyirci kalan Kenan Evren ve emrindeki askeri cunta, yaptığı darbe ile ülkemizi senelerce geriye götürmüştür.  O yıllarda Bahriye mektebinde askeri okul öğrencisi olarak olayları en acı bir şekilde yaşamış birisi olarak filimde geçen olayları çok iyi anlayabiliyorum.

Sorgusuz sualsiz evlerinden toplanan sağcı, solcu ve dindar insanlar hak etmedikleri cezalara çarptırılarak cezaevlerinde ve tutuldukları gözetim hapishanelerinde ağır işkencelere tabi tutulmuşlardır. Hatta kolaylıkla denilebilir ki; PKK terör örgütünün güçlenmesinin en önemli sebebi Diyarbakır Cezaevinde gerçekleştirilen çok kötü şartlardır. 

Askeri okul öğrencisi olarak hapishane şartlarına benzer bir dönem yaşamıştım. Zira o yıllarda dindar insanlara kan kusturulmuştu. Namaz kıldıkları için binlerce askeri okul öğrencisinin okulla ilişiği kesilmişti. Ailelerine ağır bir para cezası verildiği yetmiyormuş gibi eğitim hakları dahi ellerinden alınmıştı.

Nitekim Deniz Harp Okulunun en başarılı öğrencisi olan 6 arkadaşımı da okuldan atmışlardı. Hâlbuki Deniz Lisesini birincilikle bitiren Hakan Yalman başta olmak üzere her yıl okulun onur listesine giren bu öğrenciler ülkemizin yetiştirdiği en değerli insanlar arasında yer alıyordu. Nitekim daha sonra mahkeme kararı ile aldıkları eğitim hakları sonucunda yine okullarını birincilikle bitirerek ülkemize hizmet etmeye devam etmişlerdi.

Bense bu arkadaşlarımdan bir sınıf üstte olduğum için yalnız başıma mücadele ediyordum. Gerçi bahriye mektebinden mezun oldum lakin bu sefer bahriyede ağır soruşturma ve kötü muamelelere maruz bırakıldım. Sakıncalı bir subaydım ve gittiğim her görev yerinde parmakla gösterilen birisiydim.

En büyük suçum sicil amirlerinin hakkımda yazmış olduğu kanaatlerinde görüldüğü gibi namaz kılmaktı. Ayrıca Cuma namazlarına gittiğim için büyük bir cinayet işlemiştim. Üstelik bu işi yaparken üniformamı çıkarmıyor suçumu daha da katmerlendiriyordum.

Bu bilgileri müşteki olduğum “28 Şubat Davası” dosyalarından öğrenebildim. Gerçekten de o tarihlerde böylesine büyük cinayetleri işlemek her adamın yapacağı bir iş değildi.

İşlediğim suçlar bunlarla da kalmamıştı. Dini kitaplar ve özellikle de Kuran tefsiri okuduğum için asla affedilme ihtimalim yoktu. Üstelik içki içmiyor ve bu yüzden münakaşalara sebebiyet veriyordum.

Fakat işlediğim en büyük suç! eşimin başörtülü olmasıydı. Bu suçun affa tahammülü yoktu. Nitekim 28 Şubat 1997 tarihinden bir ay önce Yüksek Askeri Şura kararları ile ordudan resen emekli edildim.

Emekli sözü sizi yanıltmasın bu işin kibarcasıdır. Resmen ordudan atılmıştık. Çünkü o tarihlerde 12 Eylül faşistleri dimdik ayaktaydı ve dindar insanlara nefes aldırmamak için ant içmişlerdi. Tekrar bir darbe yapmak için zaman kolluyor bu esnada karşı çıkabileceklerini düşündükleri askerleri tasfiye ediyorlardı. Nitekim adı konulmuş veya konulmamış kaçtane darbeye bu ülke şahit olmuştur.

Bu kararın altında Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Erbakan’ın imzaları vardı. Yine mahkemeden öğrendiğim bilgiler çerçevesinde beni suçlarken “Feto örgütü mensubu” diye fişlemiş olduklarını görmüştüm.

İşin ilginç olan tarafı ise o yıllarda Feto mensupları koruma altında idiler. Çünkü eşlerinin başörtülerini çıkarttırdıkları gibi içki içmekten imtina etmiyor, namaz ve oruç gibi dinimizin farz olarak emrettiği vazifeleri yapmıyorlardı. Onlar cici çocuktu ve Amerikalı darbeciler tarafından ordu içinde semirtilip büyütüldüler. İşte 15 Temmuz 2016 darbesi bu sefil haydutların işidir.

Şu hususu belirteyim ki o tarihlerde ordudan atılan on binlerce asker içinde birkaç tane Feto’cu subay vardır. Lakin bunların en önemli özelliği eşlerinin başını açmayan ve namaz kılmaya devam eden askerlerdir. Nitekim Feto’ya itaat etmedikleri için onlar da ordudan atılmıştır. Fakat bunların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.

İşte bizim hikâyemiz de bu şekilde cereyan etmiştir.  Fakat ben ne orduda iken ne de ayrıldıktan sonra hiç pes etmemiş mücadelemi sürdürmüştüm. Nitekim “Bahriye’de 15 Yıl” isimli eserimde yaşadığım bütün olayları kitaplaştırarak kamuoyunun bilgisine sundum.

O tarihlerde “Vehbi Horasanlı” ismi ile yazılar neşrediyordum ve kitabın yazarı olarak “Kara” soyadı ile değil “Horasanlı” ismi ile karşılaşacaksınız. O yıllarda mecburen bu yola başvurmuştum zira darbeciler bir an bile tepemizden ayrılmıyordu.

Erdoğan’ın Başkan olduğu İstanbul Büyükşehir Belediyesinden dahi ayrılmak zorunda kalmıştım. Çünkü Erdoğan’ı şiir okudu diye görevinden alıp hapse atanların bize hiç tahammülleri yoktu.

Bu konuda daha çok şey yazabilirim. İşin kötü tarafı bu acı olayları aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bir türlü unutamıyorum. Bir nesle ithaf olunan “Bizim Hikâye” filmindeki son sözle yazımı bitireyim:

“Birgün akşam olur biz de gideriz.

Kalır dudaklarda şarkımız bizim…”

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları