Dr. Vehbi Kara

Barla Lahikasından Günümüze Mesaj Var

Dr. Vehbi Kara

  • 1093

Barla lahikasında yer alan ve aynı zamanda günümüze işaret eden bir olayı nakletmek istiyorum. Öyle ki bu mektupta geçen rüyadaki olaylar ve rüyada geçen bazı şahısların ismi aynıdır. Birlik, beraberlik, uhuvvet ve kardeşlik bağlarının önemine değinen bu mektupta ibret alınması gereken çok mevzu vardır.
Bu mektup sayesinde Nur Talebeleri arasında bir manevi şahsiyetin bulunduğunu anlayabiliriz. Yıllar hatta asırlar geçse ve bir kısmı ahirete göçse dahi manevi bağlar korunmaktadır. Demek ki “Haliliye” mesleği ve “hıllet” meşrebi böylesine kıymetlidir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.
İşte samimi olan ve uhuvvet kardeşlik mesleği ile hareket eden insanlar arasında böyle haller vuku bulabiliyor. Önemli olan sebat etmek, kumpaslar karşısında dik durabilmeyi becermektir. Sonuçta sonsuzluk ülkesi ahirete göre çok kısa bir dünya hayatımız var. Bunu küçük menfaatler uğruna zayi etmeyelim…  
Şimdi sizi bundan yaklaşık 85 yıl önce meydana gelmiş olayları anlatan sırlarla dolu mektupla baş başa bırakayım:
“Ehl-i iman-bilhassa şimdiki Risale-i Nur'un zâkir (zikreden) ve muvahhid (Allah’ın birliğine inanan) şakirtleri (öğrencileri) -öyle bir cadde ve minhâca (yola) girmişler ki, o cadde gayet müstakim (istikametli), gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı...
Bunların başında, nass-ı Kur'ân'dan (Kuran’ın kesin hükmünden) gelen ve Kur'ân-ı Kerimin ve Furkan-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinatından (apaçık ayetlerinden) intişar eden Risale-i Nur'un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i âzam, birer mürşid-i ekmel, birer kal'a-i hasin (sağlam kale), birer elmas kılıç olarak sabittir.
Öyleyse, ey Lütfi, Risale-i Nur'a sıkı yapış ki, bir mürşid-i ekmel (mükemmel irşad eden) bulasın. Lisanına tevhidi ver ki, şu muhkem (sağlam) kaleye giresin; Feyyâz-ı Mutlak'ın kelâmı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyâna hâdim ol ki, o elmas kılıncı elinde tutasın…
İşte o kılıçla, hiç havfsız (korkusuz), başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra, festakim kema ümirte (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol) gibi kat'î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Ve Sellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur'un müellifi Üstadımız Said Nursî'nin yetiştiği ve serbest gezdiği "Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Hz. Muhammedin Parlak Şeriatı) (a.s.m.)" olan hatt-ı müstakimi (istikametli yolu) bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun…
Şu geçen Cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için Bismillâhirrahmânirrahîm sırrını istinsah ediyordum. Maalesef emrâz-ı asabiyemin (sinir rahatsızlıklarımın) hadsiz istilâsı, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki, yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş.
Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı (günahlarımı) itiraf ederek ortaya döktüm, istiğfar (tevbe) ettim. Mübarek dua olan salâvat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki, Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi, ben de derim ve dedim...
O hal, o vaziyet el'an (halen) devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: "Aman yâ Rabbî! Bundaki hikmet nedir?"
Ve o risaleyi ertesi güne tâlik (erteledim) ettim. O akşam, yani Cumartesi gecesi, âlem-i menamda (uyku aleminde), Üstadım Atabeyin Zergendere Mescidinde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum. Tesadüfi bir karakol kumandanı bana dedi ki: "Nereye gidiyorsun?" "Camie" dedim.
Beni takiben camie o da girdi. Gördüm ki, Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş-altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat “la ilahe İllallahu vahdehü la şerike leh…” ilaahir (tamamıyla), devam ediyorlar.
O beraber girdiğimiz kumandan ise, cemaatimize karşı "Aman siz ne yapıyorsunuz?" diyerek kendisinin itliğini ispat edip, mağruriyetinden (gururundan) içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp "Git yanımızdan, pis!" dedi, tard etti.
Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek, "Aman efendim, aman hocam, siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhâsına (yok edilmesine) sebep ben olacağım" dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti.
Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme (vehme) düşüp "Başımıza belâ bulduk, bizden Hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Ethem Çavuş var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik" dediler.
O sabah bu garip rüyayı Zühdü Efendi ve Hafız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hafız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak suyla beraber Isparta'ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim, çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki, o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş” Lütfü.  
Bediüzzaman bu rüyaya bir anekdot ilave ederek (haşiye) “Câ-yı hayrettir ki, o gecede Keçiborlu’da bulunan Ethem Çavuş herkesten evvel o hâdiseden müteessir olarak imdada gelmişti”, demektedir.
Yine ikinci bir anekdotta “Garip ve lâtif bir tevafukattır ki (uygun düşme), Isparta’da Cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemâl-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden, Isparta’ya Pazar’dan evvel geldi. Sıkıntısının mânevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letâfet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfi, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabirle aynı vaziyetimi müşahede ediyor.
Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfi’nin lâtif ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki, Risale-i Nur’un şakirtlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddittir; ruhları müttehid (birleşmiş) hükmündedir... “Elhamdülillahi haza min fazli Rabbi (şüphesiz bu Rabbimin fazlındandır)”
Süleyman Rüştü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel, sabahleyin bana ve Bekir Beye dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki, Üstadım, siz, Bekir Bey ve Hüsrev bir paytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, paytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab (cevaplama) makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için, nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hafız Ali, aynı gecede, bana olan hücumu ve su-i kasdı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş, tâ hücumdan kurtulsun.
Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirtlerinin şahs-ı manevîsi kerâmetkârâne bir hassasiyet gösteriyor ki, Hafız Ali ulvî sadakatiyle; birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüştü müstakim aklıyla, Küçük Lütfi lâtif nuruyla Üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar. Said Nursi
Şimdi de bu rüyayı gören Abdullah Lütfi Özerdem’i tanıyalım. Şeyh Asım Efendinin torunu ve Mehmed Akif Efendinin oğludur. 1881 yılında Isparta’da dünyaya gelmiştir. Isparta da Risale-i Nur ilk tanıyan talebelerden olan Lütfü Özerdem, Saatçi Lütfü olarak tanınmıştır.
Saatçı Lütfü, 1935 yılında  Üstad Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Eskişehir Hapishanesinde yaklaşık bir yıl tutuklu kalmıştır. Eskişehir Mahkemesi kayıtlarında hüviyeti “Cami-i atik Mahallesinden: Saatçı Lütfi” olarak geçmiştir. Risale- Nur’un, Isparta’lı talebeleri arsında ilklerden olan Saatçı Lütfü, 1974 yılında İzmir de vefat etmiştir. Kendisine Allah’tan binler rahmet dileriz.
 

Yazarın Diğer Yazıları