Dr. Vehbi Kara

Agop'un Türkçesi Şimon'un Türklüğü

Dr. Vehbi Kara

  • 927

 

Türkiye’de yeni bir dönem “Başkanlık Sistemi” başladı. Yönetim; çift başlılıktan çıkarılarak askeri vesayetin ve bürokrasinin beceriksizliğinden hoyratlığından kurtulmayı amaçlıyor. Bunun faydalı yönleri kısa zamanda ortaya çıkacaktır. Lakin bu çabalar yeterli değildir.

Çünkü Cumhuriyetimiz, Kuva-i Milliyenin gayreti ile kurulurken kısa zamanda muhalif düşüncedekilerin temizlenmesi ile birlikte azınlıklara teslim edilmiştir. Özellikle gizli Yahudiler yani Sabetaycılar, devletin her köşesinde dal budak sarmıştır.

Yahudi dönmeleri bir tarafa diğer azınlıklara da büyük yetkiler verilmiş Türklerin geçmişleri ile olan bağı koparılmak istenmiştir. Harf devrimi, tekke ve medreselerin kapatılması yetmiyormuş gibi yeni kurulan ve önemli kurumlara Ermenilerden ve Sabetaycılardan yöneticiler atanmıştır.

İşte bu kişiler kendilerine verilen görevleri bihakkın yerine getirmiş geçmişle olan bağımızı koparmaya muvaffak olmuşlardır. Zira gençler bırakın divan edebiyatını Yunus Emre’nin şiirlerini dahi anlayamaz hale gelmiştir. Sonuç ise çok ciddi bir perişanlıktır. Bunu düzenli olarak çalışan PISA gibi araştırma kuruluşlarının raporlarında görebiliyoruz. Ülkemiz ya sonuncu ya da sondan bir önceki sırada yer alıyor.

Milli Eğitim Bakanı, öncekiler gibi olursa perişanlığımızın devam etmesi kesindir. Lakin yeni bir sistemle başladığımız ve göreve henüz başladığı için kendisine şans tanımak gerekiyor. İnşallah görevini layığı veçhi ile yapar ve içine düştüğümüz kötü durumdan kurtulmamızda başarılı olur. Aksi takdirde mesuliyeti ve vebali büyük olacaktır.

Hastalığın teşhisi tedavinin yarısıdır. İşte tedaviye başlamadan önce hastalığı iyice teşhis etmeye çalışalım. İşte eğitimdeki en önemli hastalığımız; yukarıda bahsettiğimiz gibi İslami duyarlılıkları olmayan ve materyalist felsefe ile milletimizi geçmiş bağlarından koparmaya çalışan zihniyetin açtığı yaraların kapanmasıdır.

“On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” diyen bir ideoloji sayesinde her güzel davranışın kaynağı olan İslamiyet’ten uzaklaştık. Batı dünyasına karşı ezik ve aşağılık kompleksi içinde yetişen bir nesil yetiştirdik. İşin kötüsü bu nesil 1000 yıllık kahramanlık ve şeref dolu mazimizin kitaplarını okuyamadığı gibi kullandığı dili de bilmiyor.

Bu işi yaparken inanılmaz bir şekilde adeta halkımızla alay edercesine bir küstahlıkla yapmışlar. Agop Martayan, isimli bir Ermeni’yi Türk Dil Kurumu’na alıp ilk genel sekreteri yapmışlar.

Ömrünü Türk dilini katletmeye adamış bu zat milletimizi geçmişinden koparmaya muvaffak olmuştur. Günümüzde “Agopça” veya “Uydurukça” denmesinin sebebi bu zattır. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmalarına katılmış 1936-1951 yılları arasında Ankara Üniversitesi'nde dil-tarih ve Türkoloji dersleri vermiştir. Latin harfleriyle yeni Latin alfabesi oluşturulması çalışmalarına katılmış 1942-1960 yılları arasında, Türk Ansiklopedisi'nin hazırlanması çalışmalarında başdanışmanlık yapmıştır. Türk Dil Kurumu’ndaki dil çalışmalarını, ölümüne kadar sürdürerek “Atatürk” soyadının verilmesini, TBMM’ye teklif etmiş ve nihayet 12 Eylül 1979 tarihinde İstanbul’da ölmüştür.

Misal vererek yaptığı büyük hamlelerden bir kaçını anlamaya çalışalım: Valide yerine doğurgaç, baba yerine doğurtgaç, aşevi yerine otlangaç, belediye için uray, mebus için saylav, sanat için dorut gibi ucubeler milletimize dayatılmıştır.

Agopça denilen bu gayrete nice uydurma kelimeler ilave edilmiştir: Kakınç, aldatı, yontu, söylev, gömüt, imge, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, açgı, basçık, alnaç, alışkı, ansıma, ardıl, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim ve daha niceleri

Necip Fazıl Kısakürek bu uydurma kelimeler için “Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim!” diyerek tepkisini göstermiştir. Gerçekten de zengin dilimizi hem anlaşılmaz hem de güdük hale getirmişler.

Lisanımız kısırlaştırmak için bin kelimeyle iktifa etmek istemişler. Zihni melekelerimizi dumura uğratmışlar. Yine örnek verelim: “Stres" kelimesinin Türkçede kaç tane karşılığı var: Dert, gam, kahır, keder, gussa, yeis, tasa, mihnet, elem, üzüntü, sıkıntı, endişe, kasvet, nedamet, melâl, enduh, füduret, hüzün, hüsran, hicrân, ızdırap, inkisar, kâbus, hafakan, teessüf, teessür, vehim, buhran, matem, gaile gibi onlarca manayı yok etmişler. Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama "at" deyip geçmişiz.

İşin bir de okul boyutu var. Bu konuda da inanılmaz darbelere maruz kalmışız. Ülkemizdeki en iyi okulların başlarına Sabetay Yahudileri yerleştirilmiş. Bu okullardan yetişen öğrenciler bürokrasinin en üst noktalarına kolayca erişebilmişler. Devlet imkânlarını sonuna kadar kullanan bu okullar Anadolu’nun bahtsız gençleri için bir hayal olmuş.

Sabatayist kökenli ilk okul, 1872 yılında Şmon Zwi (Şemsi Efendi) tarafından kurulmuş günümüze kadar ulaşmıştır. Yani Osmanlı’yı yıkan zihniyetin fidanlık okullarıdır. Şemsi Efendi okulları 2 kola ayrılmış Fevziye Mektepleri ve Terakki Vakfı Okulları adı altında hala faaliyetlerini sürdürmektedir. Rahatsızlık veren yönü aynı FETÖ okulları gibi gizlilik ve özel eğitim yapmalarıdır.

Devlet imkânlarından yararlanarak öncelikle dönmelere yani gizli Yahudilere hizmet veren okulların derhal millileştirilmeleri şarttır. Zira İslam’a düşmanlık en önemli eğitim maddesidir. İslam’a ait her kurum, müessese ve davranış aşağılanmakta, dinsizlik ve materyalizm göklere çıkarılmaktadır.

Güya gerçek adlarını değiştirerek Türk olduklarını gösteriyorlar. Zaten Sabetaycılığın ve Fetoculuğun esası aldatıcılık ve yalancılıktır. Şimon ne zamandan beri Şemsi oldu? Ya da biz Müslümanlar bunların zannettiği gibi o kadar saf mıyız?

Her ne ise… Mevlana gibi ben de Başkan Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’a gayrete gelmeleri ve mesuliyetten kurtulmaları için şu sözü söylemek isterim:  

“Ne kadar söz varsa düne ait, dünle beraber gitti cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”, vesselam…

 

 

Yazarın Diğer Yazıları