Dr. Vehbi Kara

7 Basamaklı Bir Şükür Yazısı

Dr. Vehbi Kara

  • 746

“Kâinatın Merkezine Seyahat” başlıklı yazımızda hamd ve şükretmenin ne derece önemli olduğuna değinmiştik. Bu yazıda ise verdiğimiz moladan istifade ederek her daim Allah’a şükretmemiz gerektiğini bir başka seyahate ve denizcilik hatıralarına yer vererek tefekkür etmeye çalışalım…
Bu yazı Güney Atlantik’te seyrederken 2009 yılında yazılmıştır. Ümit Burnu’nu Batıya doğru aşmış Arjantin’e doğru ilerliyorduk. Bir hayli fırtına yemiştik. Gemimiz boş olduğu ve balast tanklarına aldığımız deniz suyu da yeterli olmadığı için fırtına üzerimizde bir hayli etkili oluyordu.
Bütün gemici arkadaşlarım gibi ben de bayağı hırpalanmıştım. Fakat yüke yetişmek zorundaydık. Karayel rotasına dönüp fırtınanın üzerimizdeki etkisini bir parça azaltabilirdim. Lakin yolumuzu uzattığımız takdirde “laycan” adı verilen yükleme zamanını kaçırdığımız takdirde charter parti sözleşmesine uymadığımız için gemi sahibinin zarar görmesine yol açabilirdik. Çarnaçar fırtınada yol almaya devam ettik.
Fırtınanın şiddetine rağmen elimde dünyanın en büyük hazinesi Risâle-i Nur Külliyatı vardı. Bol bol Cevşen duasından ve Risâle-i Nur eserlerinden okuyordum. Okurken şükür konusu ufkumu açmış derin bir tefekküre vesile olmuştu. Kainatın merkezine yapılan seyahat isimli yazımızda da bu noktada mola vermiştik. Moladan yararlanıp Risale-i Nur eserlerine müracaat edelim.
Bediüzzaman,  insan yaratılışında dört esasın gerekli olduğunu söylemiştir. Bunlar:
1. Fakr-ı mutlak,
2. Acz-i mutlak,
3. Şevk-i mutlak,
4. Şükr-ü mutlak, şeklinde ifade edilmiştir.
Acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak insanın en önemli özelliğidir. İnsanın Allah’ın kulu olduğunu anlaması ve ona karşı acizliğini ve fakrını bilmesidir. Takatinin çok üstündeki işleri yapamamaktan dolayı güçsüzlüğünü ve zayıflığını anlayan insan, sığınacak ve dayanacak bir yer,  bir müracaat makamını arar. Bakar ki sonradan yaratılan varlıklar da kendisi gibi acizdir. Mesela dünyanın en kuvvetli ve kudretli gibi görünen insan dahi dertlere, hastalıklara, belalara mahkûmdur. Bazen gözle görünmeyen bir mikrop veya virüs dev gibi adamı hak ile yeksan eder. Belalara karşı gücü yetmez ve çare bulamaz. O zaman insan, her şeye gücü yeten ve kendisine hiçbir şeyin aciz bırakıp da zarar veremediği birini arar. İşte tam bu noktada her şeye gücü yeten ve merhametli bir dayanak noktası olan Cenabı Hakka yönelerek kudretine istinad eder. Böylece insanın fakirliği ve aczi onu Aziz ve Kadir olan Allah'a yaklaştırır.
"Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta (Allah korkusunda) öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl (güç) ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar." (Sözler)
Bununla birlikte nihayetsiz şeylere muhtaç olan ve bu ihtiyaçlarına karşı sermayesi hiç hükmünde olan insan, bu şekilde fakrını tam olarak hissettiği zaman hem zengin hem de cömert olan birinden yardım ister. Fakat müracaat ettiği insanların ya zenginliği ya da cömertliği sınırlıdır. Yani ihtiyaçlarını karşılama noktasında diğer mahlûkat kendisi gibi fakir ve ihtiyaç sahibidir. İnsanın bütün ihtiyaçlarına cevap veremez. İşte tam bu noktada hem nihayetsiz Ganiy (zengin) olan hem de hadsiz cömertliği bulunan Allah'a yönelerek bütün ihtiyaçlarını O'na arz eder. Cevvad, Kerim, Muhsin, Vehhab, Rahman ve Rahim gibi birçok isimlerine sığınarak Allah'ın rahmetini ve merhametini kendi üzerine celbeder.
"Kâmil insanlar, fakr ile fahr etmişler. Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." (Sözler)
Bediüzzaman; acz ve fakr noktasında şöyle demiştir:
"Evet, acz dahi, aşk gibi belki daha eslem (selâmetli) bir tariktir (yoldur) ki; ubudiyet (kulluk) tarîkıyla (yoluyla) mahbubiyete (sevgililik makamına) kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder (ulaştırır)." (Sözler)
Yukarda izahı geçtiği üzere aczini ve fakrını tam olarak hisseden insan, acz ve fakr yoluyla dua ve kulluğunu daha iyi yerine getirir. Rabbine tam bir kul olur. Kulluk vasıtasıyla makam-ı mahbubiyete yani sevgili ve sevilen makamına kadar çıkar. Hatta denilebilir ki, en büyük makam olan makam-ı mahbubiyete kulluk vasıtasıyla çıkıldığı için insanın en büyük ve önemli makamı ve hali kulluktur. Bu sırla şehadet getirirken bizler Peygamberimizin (asm) önce kulluğuna şahitlik ediyoruz. Zaten Cenabı Hakk'ın bizlerden istediği de güzel bir kulluktur. Kulluğun özü kişinin kendini aciz ve fakir ve zayıf görerek Allah'a el açıp yalvarması ve O'nu İlah ve Rabb ve Ma'bud olarak tanımasıdır. Tabir-i diğerle kendini kul ve köle olarak görmesi, Allah'ı da Allah olarak kabul edip O'na hakiki kul olmasıdır.
"İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd (kul), kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir." (9. Söz)
Kulluğun önemli göstergelerinden birisi de hamd ve şükürdür. Nasıl ki, insanın kendisine yapılan bir iyiliğe karşı minnetdarlık ve teşekkür etme hissi uyanır. Öyle de bizleri yoktan var ederek vücut, göz, kulak, akıl, kalb, ruh gibi birçok nimetler veren, bu nimetlerin üstüne de insanlık, iman ve İslam gibi çok daha büyük nimetler ihsan eden Cenabı Hakka karşı da insanın içinde bir teşekkür ve minnetdarlık hissi uyanır. İşte insanın kendisine verilen bütün nimetlerden istifade ederken bunun Allah'tan geldiğini bilmesi ve bu nimetlerden Allah'ın istediği şeklide istifade etmesi, arkasından da Allah'a verdiği sonsuz nimetlerinden dolayı hamd ve şükretmesi de kulluğun güzel bir neticesidir.
"Enva'-ı zîhayat (çeşitli canlılar) içinde en ziyade rızkın enva'ına (çeşitlerine) muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün esmasına câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını (biriktirilmiş miktarını) tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerini ve san'atlarının inceliklerini mizana (ölçüye) çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva'ına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder." (Mektubat, Şükür risalesi)
Bütün bu izah edilen şeyleri yani dua, şükür ve kulluğu yapmak noktasında insanın şevke ihtiyacı vardır. Allah'a karşı olan bütün vazifelerimizde ve bütün amellerimizde şevk olması lazımdır. Hatta insanın hayatındaki bütün mücadelelerinde ve işlerinde onun atı ve bineği şevktir. Şevk olursa devam eder ve lezzet verir. Şevk olmazsa lezzet ve zevk de olmadığı için mecburiyetten yapmak durumu olur. Bu da devam ve istikrarı etkiler. Belli bir zaman sonra o ameli veya vazifeyi terk etme durumu olabilir. Bunun için bütün işlerimizde ve vazifelerimizde bize şevk-i mutlak lazımdır.
Risale-i Nur bizlere kulluğun esasını ve ne için kulluk yapmamız gerektiğini güzel bir şekilde anlatır. Bizlere kulluk şuurunu tam olarak yerleştirir. Risale-i Nur talebeleri, hem kendi kulluğunu yapmak hem de başkalarına da bu kulluk şuurunu vermek gibi diğer iman ve Kur'an hizmetlerinde ve vazifelerinde  de bu dört esası kendilerine düstur etmeleri gereklidir.
Hâlbuki biz insanlar başımıza gelen kötü olayları büyütmeyi, güzel şeyleri ise küçük görmeyi çok severiz. Denizcilerin fırtınalardan şikâyeti gibi küçücük bir musibet dünyamızın altını üstüne getirir. Hâlbuki bize o kadar çok nimet verilmiştir ki, Kör Şeytan hiçbir zaman bunları düşünmemizi istemez. Namazın her rekâtında okunması farz olan “Fatiha” Sûresinin başında hamd etmek vardır. Besmele’den sonra daima “Elhamdülillahi” deriz. Bundan da anlaşılacağı gibi “Allah’a şükür etmek” önemlidir ve aynı zamanda da boynumuzun borcudur.
Zira her şeyden evvel yoktan var edilmişizdir. Allah dileseydi bizi yaratmazdı. Ama varız işte. Demek ki yokluk karanlıklarından bizi çıkarıp var eden Allah’a bir şükür borcumuz var.
İkinci olarak Allah bize bir hayat vermiş. Yaşıyoruz. Çevremizde çok büyük camit yani cansız varlıklar var. Bazıları kocaman, dağ gibi. Bazıları ise mini minnacık, elektron mikroskopları bile göremiyor. Atomlar gibi. Koskoca bir yıldız büyüklüğünde bile olsa, hayatı olmadıkları için biz onlardan üstünüz. O halde Allah’a şükretmemiz gerekmez mi?
Üçüncü olarak bizim hayatımız gelişmiş bir hayat. Bitkiler gibi sabit değil. Bakın ben dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna Güney Yarımküreye gidiyorum. Benim gibi hayat sahibi olan varlıklar hareket edebiliyor. Nefes alıp Allah’ın yaratmış olduğu nice güzellikleri görüp koklayabiliyoruz. Denizin bir çeşit zikir sesi olan hışırtısını dinleyebiliyoruz. Her canlı bu özelliklere sahip değil. O halde yeniden Allah’a el açıp şükretmek gerekmiyor mu?
Dördüncü olarak; Allah, bizi insan olarak yaratmış. Kur’ân’da “ahsen-i takvim” yani en güzel surette yaratılan canlı olarak, bir başka deyişle insan olduğumuz için Allah’a bir şükür borcumuz yok mudur? Biz bu canı ortadayken ve sahipsiz iken bulmadık. Cenâb-ı Allah bize verdi. İsteseydi vermeyeceği gibi hiç yaratmazdı da. Fakat yerlerin ve gökyüzünün sahiplenemediği bir emaneti “teklif sırrı” ile beraber bizi yeryüzüne gönderdi. Yeryüzünün halifesi kıldı. O halde ne için şükür etmeyeceğiz? Şükürsüzlük aynı zamanda büyük bir nankörlük olmuyor mu?
Beşinci olarak; Allah bizi Müslüman olan bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya getirdi. İsteseydi Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir insanın yavrusu olarak da halk edebilirdi. Veyahut tamamen materyalist felsefe ile yetişmiş bir Avrupalı ailenin veya yüzü hiç gülmemiş bir anne babanın çocuğu olarak da doğabilirdik. Dünyaya sadece hayvan gibi yaşamak için geldiğini zanneden insanlar yerine Allah’ı ve Peygamberimizi tanıyan bir anne babaya sahip olduğumuz için şükretmemiz gerekmez mi?
Altıncı olarak belki de en önemli şükür sebebi olacak olan husus yani Allah bize iman vermiş. Zira nice Müslüman ana-babanın imansız çocukları oluyor. Sonsuz Cehennemi netice verecek böyle korkunç bir tehlikeden koruyan Rabbimize şükretmemiz gerekmez mi? İman, Cenâb-ı Allah’ın kalbimize verdiği bir nurdur. Allah’tan başka hiçbir şey imanı ve hidayeti veremez. Bize iman nurunu veren Allah’a karşı daima secdede kalsak bile gerekli şükrü yerine getirmiş olamayız. O halde ne duruyoruz. Kalkıp namazımızı kılalım. Bize bu dünyanın en güzel nimetini veren Allah’a hamd edelim. Çok mu zor bir şey mi bu? Hayır, bizim vazifemiz naz değil niyazdır, şükürdür.
Yedinci olarak; imanın çok mertebeleri var. Allah’a bize birçok İslam âlimini tanımak ve onlara arkadaş olmak gibi bir nimeti verdiği için ayrıca bir şükür daha yapmamız gerekiyor. Bu noktada bahtiyar insanlardan sayılabiliriz. Dini eserleri okudukça imanın güzellikleri daha çok anlaşılıyor.
İşte bize bu fırsatları verdiği için Rabbimize ne kadar çok şükür borcumuz var! Evet, böyle dehşetli bir asırda ve tehlikeli hastalıklara maruz kalmış insanlar arasında dini eserleri tanıyarak iman şuuru vermesinden dolayı Allah’a ne kadar şükretsek, yine de vazifemizi tam olarak yapabilmiş sayılmayız, vesselam…

Yazarın Diğer Yazıları