Dr. Vehbi Kara

Askeri Okulda Ramazan Orucu

Dr. Vehbi Kara

  • 923

 

Bunca yıldır oruç tutarım ama “en lezzetli orucun hangisidir?” diye sorsalar hiç tereddüt etmeden Askeri okulun ilk yılındaki iftar yemeğini söylerim. Zira aradan 36 yıl geçtiği halde tadı hala damağımda duruyor. Değerli bir hocam anlatmıştı; arpa ekmeği ile oruç açtığını ve bu ekmeğin ne kadar lezzetli olduğunu ancak Ramazan ayında fark ettiğini. İşte Ramazanda gerçek lezzet ve iştahı tanıma fırsatını bu sayede bulmuştum.

Lezzet deyince insanın aklına bir ziyafet sofrası geliyor. Lakin o büyük ziyafet sofralarında gerçek lezzet fark edilmez. Ancak Ramazan gibi ibadetler sayesinde insan, gerçek iştahı ve lezzeti fark edebilir. İşte yaşadığım örneğini askeri okulda yaşamıştım.

O seneki Ramazanda doğru dürüst yemek bile görmemiştik. Bilakis birkaç bisküvi ve çay ile oruç açıyorduk. O yıl Bahriye Mektebine girdiğimiz ilk yıldı. Ne yazık ki okul idaresi oruç tutmayı yasaklamıştı. Bu yasak her yıl olmasa da okul komutanının keyfine göre uygulanmaktaydı. O yılki komutan önceki yılda olduğu gibi oruç tutmayı yine yasak etmişti.

Yıllarca hiç ara vermeden oruç tutmuş biri olarak bu durumu çok tuhaf ve acımasız olarak karşılamıştım. Ama ne olursa olsun orucumu tutmaya da kararlıydım. Zorla yedirecek değillerdi ya?

İlginçtir benim gibi en az 15-16 sınıf arkadaşımda aynı kararı vermiş “ne pahasına olursa olsun” oruç tutmayı göze almışlardı. Fakat Ramazanın ilk günü komutanlarımızın sert tedbirler aldığını gördük. Askeri okul idarecileri ve komutanları, bizi iftar zamanı yemekhaneden adeta kovarcasına uzaklaştırmış iyi bir de fırça atmışlardı.

Biz yine de seviniyorduk zira öğrenci numaralarımızı kaydedip kimlik kartlarımıza el koymadıkları için seviniyorduk. Çünkü böyle bir durumda hafta sonu izinsiz kalmak veya oda hapsi cezası ile cezalandırılma durumu vardı.

İlginçtir okuldaki en az 120 Libyalı öğrenci için iftar yemeği çıkıyordu. Onlar afiyetle iftar ederken aynı okulun öğrencisi biz Türkler üvey evlat muamelesi görüyorduk. Hem de kendi ülkemizde…

Her ne ise… Yine bugünkü gibi bir yaz ayında (1983 yılı) o geç iftar saatinde teneffüshanenin yolunu tuttuk. Okul kantinden aldığımız bisküvi ve benzeri şeyler ile orucumuzu açtık. Birde güzel bir çay demlemiştik.

Fakat o ne güzel iftar yemeğiydi. “Ya Rabbi, her zaman bize öyle güzel nimetlerini gönder” diye daima dua etmişimdir. İnanılması güç ama hakikattir, o yıl tutuğum oruç, benim en güzel orucumdu. Demek ki insana lezzet zevk veren gıdalar değil o an içinde bulunduğu haleti ruhiye olsa gerektir. Her güzel şey imanla ve Cenabı Allah’ın rahmeti, lütfu iledir. Eğer O, isterse en ucuz bir gıdayı hatta kuru bir parça ekmeği dahi güzel gösterdiği gibi, en nefis sofradaki nimetleri dahi tatsız ve acı hale getirebilir.

Bazı insanlar ne hikmetse sadece Ramazan ayı girince Allah’ın kulu olduğunu ve Allah’a karşı ibadet etmekle yükümlü olduklarını anlar. Elbette sadece Ramazan ayı değil bütün bir ömür boyunca ibadet etmekle yükümlü olduğumuzu özellikle namaz gibi ibadetlerin boynumuzun borcu olduğunu bilmek gerektir. Özellikle namaz gibi dinin direği olan ve beş vakit kılınması emredilen bir ibadet şükür vazifesini yerine getirmek için en iyi fırsattır.

Bahriye Mektebinde okurken bazı arkadaşlarımda bu hastalığı hissetmiştim. Özellikle de Libyalı öğrencilerde. Bu öğrenciler bir yılı hazırlık sınıfı olmak üzere toplam beş yıl ülkemizde misafir öğrenci olarak eğitim alıyor, mezun olanlar kendi ülkelerinde aynen bizim gibi teğmen rütbesi ile göreve başlıyorlardı.

Her sınıfta yaklaşık 30 tane Libyalı öğrenci bulunurdu. Bizim sınıfımızda da bu kadar öğrenci olmasına rağmen ancak 26 öğrenci mezun olmuştu.

Libyalı arkadaşlarımızın en ilginç özelliklerinden bir tanesi “Ramazan ayı süresince ibadetle vazifeli olduklarını” hatırlıyor olmalarıydı. Zira Mübarek Ramazan ayı girdiğinde büyük bir oranda öğrenci namaza başlar hatta cemaatle teravih namazı bile kılarlardı. Ben de onların bu cemaatle namazına birkaç defa iştirak etmiştim.

Bu öğrencilerden Salim isimli bir sınıf arkadaşımı diğerlerinden ayırmak gerekir. Zira o, sadece Ramazan ayında değil her gün beş vakit namazını kılardı. Türkçesi biraz zayıf olduğu için çok konuşamazdı lakin kendisi ile ne zaman karşılaşsak selamlaşır birbirimizin halini hatırını sorar namaz kılmanın vermiş olduğu mühim bir kardeşlik bağı ile birbirimizin duasını alırdık.

Salim, bir üst sınıftan bizim sınıfa kalmıştı. O yüzden Libyalı öğrencilerle de fazla bir samimiyeti yoktu. Şimdi ne haldedir, ne yapıyor bilmem ama Cenabı Allah’tan bütün Müslüman kardeşlerimizin işlerini rast getirmesini niyaz ediyorum.

Libyalı arkadaşlarımızdan beş-altı öğrenci son sınıfta beş vakit namaz kılmaya başladı. Ramazan ayının bereketi ile bu arkadaşlar mezun olana kadar namazlarını kılmaya devam ettiler.

Bizim Türk öğrenciler ise sadece Ramazan ayında ve Kandil gecelerinde ibadet ederler diğer zamanlarda ise ellerinden geldikçe gizli olarak namaz kılmaya çalışırlardı.

Maalesef anne ve babalar hatta bazı fena hocalar “Namazlarınızı açıktan kılmayın, evinizde kaza edersiniz” Hatta “ima ile kılın” diye nasihat ederek namaz kılan bir iki öğrencinin de ibadetine mani olmuşlardı.

O yıllarda askeri öğrenciler “irtica” suçlaması ile sık sık askeri okullardan ayrılmak zorunda kalıyor bu nedenle namaz kıldığı için dindar görünmek istemiyorlardı. Fakat ben ve Salim, sınıf arkadaşlarımızın aksine ne pahasına olursa olsun namazlarımızı gizlememiş namazın önemini fiillerimizle ispatlıyorduk.

Sonunda Allah’ın izniyle ikimizde mezun olduk lakin sayıları binlere varan askeri okul öğrencisi sırf namaz kılıyor diye okullarından ilişiği kesilmişti. Elbette ruz-i mahşerde bunların hesabı görülecektir.

Bahriye Mektebindeyken Libyalı sınıf arkadaşlarımdan Mahmud namaz kılmaya başlamıştı. Bu arkadaşım, benden her sabah kendisini sabah namazına kaldırmamı istemişti. Ben de memnuniyetle kabul etmiştim. Zira sadece Ramazan ayında değil artık devamlı olarak namazını kılacaktı.

Fakat bu iş bir hayli sıkıntıya yol açtı zira Mahmut, bir türlü derin uykusundan uyanmak istemiyordu. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü uyanmıyordu. Hatta yatakhanedeki bütün öğrenciler uyanıyor, bizimki bir türlü uyanmıyordu.

Bu işin böyle devam etmeyeceğini zira bir türlü uyanmadığını söyleyince, benden tekrar uyandırmamı rica etti. Bende “günah benden gitti diyerek” sabahleyin yine uyandırmaya gittim. Fakat “çare yok” Mahmut, bir türlü uyanmıyordu. Burnunu sıkıyor, göz kapaklarını kaldırıyorum hatta tokat atıyorum, nafile. Adam bir türlü uyanmıyor. Neyse güç bela bir iki defa uyandı. Fakat ben bu işi daha fazla yapamayacağımı söyledim. Çünkü diğer öğrenciler bu uyandırma faslından bayağı rahatsız olduklarını söylediler.

Mahmut, bu sefer başka bir yol denememi ve “su” yardımı ile uyandırmamı söyledi. “Suyun kaldırma kuvvetinin” aynı zamanda bu işe yarayacağına aklım ermemişti ama “deneyelim” dedim ve sabah namazı için tekrar uyandırmaya gittim.

Abdest aldıktan sonra avucuma su dolduruyor yatakhaneye gidinceye kadar elimde kalan suyu taşımaya çalışıyordum. O sabah inanılmaz bir şey oldu. Bizim bir türlü uyanmayan Mahmut, yanaklarına bir iki damla su damlayınca birden uyanıverdi. Ben bu işe önce inanmadım, ertesi gün bakalım ne olacak diye merakla bekledim. Fakat tokatla, yumrukla uyanmayan Mahmut bir-iki damla su ile çok kolay bir şekilde uyanıyordu.

Tıpta böyle bir şeyin yeri var mıdır? Bilmiyorum ama suyun kaldırma kuvvetinin bu kadar etkili olduğunu böylece öğrenmiş oldum. Uykusu ağır olanlara tavsiye edilir…

Askeri okulda olmamıza rağmen iftar ve sahur yemeklerimiz sanki “ailemizle birlikteymişiz” gibi hoş ve güzel geçiyordu. Öyle ki oruç tutmayan sınıf arkadaşlarımız bile bu güzel kaynaşma ortamından istifade etmek için iftar yemeklerine geliyor hatta sahura bile kalkıyorlardı.

Askeri okullarda hemen hemen her şey tören nizamında yapılırdı. Sabah akşam “tabur” adını verdiğimiz içtimalarda toplanır uygun adımla gider, gelirdik. Hatta yemekhaneye giderken bile uygun adım yürür, üst sınıfların yerleşmesini bekler, nöbetçi subayının izniyle yemeğe başlardık.

Nöbetçi subayı “Tanrının adıyla” der biz de aynısını tekrarlayarak yemeğe başlardık. Tabii bu arada benim gibi birçok kişi hatta sesli bir şekilde “bismillah” der besmele çeker öyle yemeğe başlardı.

Yemek sonunda yine komutla “çok şükür” der eğer ses zayıf çıktı ise tekrarlatılır böylece şükür vazifemizi de yapmış olurduk. Denizcilerde köklerine bağlı olmak erdem sayıldığı için olsa gerek bazı dini vecibelerimizi “zorla” olsa da yapmış oluyorduk.

Bazı sınıf arkadaşlarım oldukça iştahlıydı. Günde üç öğün yemek yedikleri yetmiyormuş gibi birde sahur yemeğine kalkanlara da rastlıyorduk. Böyle bir durum Bektaşi fıkralarına dahi konu olmuştur. Bir tanesinde;

Bektaşi’ye sahura kalktığını görünce bir gün sormuşlar:

—Hayrola erenler, hani sen oruç tutmuyordun?

—Ne yani, oruç sevabından mahrum kalıyorum bir de sahur sevabından da mı mahrum kalayım.

Diye cevap vermiş. Aynen bu Bektaşi gibi davranan arkadaşlarımıza hiç kimse kızmıyor Ramazan bereketi ile dolu olan sofralarımızdan herkes neşeyle kalkıyordu. Cenabı Allah, bütün Ümmeti Muhammedin sofralarından bereketi eksik etmesin, vesselam…

 

 

Yazarın Diğer Yazıları